‘Ego ideali’ kavramı, kavramın kendi içinde de egonun olması nedeniyle, tanımlaması kadar incelenmesi de zor bir yapıdır. Bu ideal neredeyse, kendisinin incelemesine bile müdahale edicidir, bilim insanı için.
Bu kavramı kendi üzerinden değerlendirmeye başladığımızda, konu ile ilgili ilk temel tespitleri önümüze koyan, orta halli bir Yahudi yün tüccarının, kırk yaşındayken, kendisinden yirmi yaş küçük bir kadınla yaptığı ikinci evliliğinden dünyaya gelen Sigmund Freud’dur.
Ego ideali kavramına hakim oldukça, kendi hayatını da düşünerek, Freud’a eleştirel yaklaşmak zordur. Ancak bu zorluğa rağmen bu eleştiriyi getirmek bir gereklilik aslında. Örneğin Freud’un bu kavrama yaklaşma alanına hücreyi hiç dahil etmediğini öngörerek eleştiri çıkarabiliriz.
Ego ikircikli kalmadan söyleyebilirim ki, beyaz insan keşfidir. Keşifle kölelik arasında bu denli çarpıcı bir ilişki olması da ayrı bir psikanaliz temasıdır. ‘Beyaz üstünlük’ egoya sarılmayı, ego da kendisini egemen kılmayı başarmıştır çünkü.
Freud’un ruha id, ego gibi bir sınıflandırmayla yaptığı vurgu ve psikanalizin bir metot olarak kabul edilişi ‘Karşı Akılcı Hareket’ olarak tanımlanabilir. Psikanaliz ne söylerse söylesin felsefe bu kavramda yardıma çağrılan disiplindir.
Öyle ki, Freud’un tanımları Allah kavramını yok saymaz. İçselleştirilebileni ruhla harmanlasa da, indirger ve bir bilinmeze yönlendirir. Bu noktada getirilebilecek yeni eleştiri ise ‘estetik algısından yoksunluk’tur. Oysa estetik bileceğiniz gibi sanatla ilişkilendirildiğinde derinleşir. Freud’da bundan bahsetmek mümkün değildir. (Her ne kadar bunu bir eleştiri unsuru görsem de aslında yapmış olduğu çalışmalardaki derinlik -ki o günlerde bilinmesi mümkün değildi- bu estetiğe engel bir neden olabilir.)
Oysa algılar iki kelimenin bir aradalığına daraltılmış bir ön algı yaratır ki bu yanlıştır. Algı ise bir duyu organımızda tepki uyandıran enerjidir. Bu enerji kimyasal veya fiziksel olabilir. Değişik uyaranlar değişik duyularımızı hedef alır. Neticede bir kavramdır ama nasıl algıladığımız sorundur. Bir çok kere “algı nedir?” diye sorduğumuzda -konuya bilimsel olarak hakim olsak bile- kendimizle özleşmiş cevaplar vereceğimiz şüphesizdir.
Ego ile başlayan veya çevresindeki diğer sınıflandırmalarla oluşan yapı (bireyin yapısı) genellikle yaşamda karşılaşılabilecek sorunları çözecek güçtedir. Bireyi ruhsal anlamda zorlayan ve rahatsızlıklara neden olan etkenler olaylara bakış açısında yatmaktadır.
Sorun olayın kendisinde değil, o olayı anlarken (anlamlandırırken) yaptığımız düşünsel hatalardadır. Karşı Akılcı Hareket bu tip düşünsel hataların giderilmesi sürecini değerlendirip, buna rağmen değer yargılarına eleştiri getirirse sağlıklı olur. Seçici algılama, akıl okuma, abartma-küçümseme-genelleme üç özü, bireyselleştirme, hep ya da hiç yönlü düşünce, kontrol yanılsaması, duygusal karar ve daha birçok düşünsel hata, beyaz üstünlüğün, kendi sarıldığı üstünlüğe yenilişinin nedensel ilişkilerini ortaya koyan etkenlerdir.
Bu nedenle algılamakla anlamak ilişkisi gibi, ideal olan da, Frans Kafka’nın “iyi, beklendiği kadar zordur” aforizmasında olduğu gibidir...