Arthur Koestler’in bakış açısından Filistin’de İngiliz mandası dönemi (1917-1948)
Oynak ingiliz siyaseti
Koestler Yahudiler ve Filistin topraklarında bir devlet kurulması ile ilgili İngilizlerin tutumu hakkında tarihsel yorumlara ‘Promise and Fulfillment’ adlı kitabında yer verdi. Bu yazı, Koestler’in İsrail’in kuruluşundan hemen dört ay sonra yazmaya başladığı (Ağustos 1948) kitabından özetlendi…
ÇELİŞKİLİ BAKIŞ AÇILARI
Araplar Filistin’de Türklerin hükümranlığında yaşamışlardı; fakat onlar orada yüzyıllardır yaşıyorlardı ve kuşkusuz ülke, kelimenin genel olarak kabul edilen anlamında ‘onlarındı’. Arapların meskûn olmayan geniş arazilerinin oluşu ama Yahudilerde hiç arazi olmayışı; Arapların geri kalmış ama Yahudilerin ileri gitmiş bir halk oluşu; fakat Yahudilerin 3000 yıl evvel Tanrı’dan talep ettikleri ve Tanrı’nın bu hakkı onlardan geçici olarak geri çektiğini iddia ettikleri de doğruydu. Ama bir devletin oluşturulmasında bu tip argümanlar da ilk defa böyle gündeme geliyordu…
Balfour Deklarasyonu, zamanında Milletler Cemiyetitarafından desteklenerek, İngiltere’nin ülkeyi uluslararası bir denetim çerçevesinde bir manda gücüile yönetmesini şart koşuyordu. Bu da, Yahudilerin oradaki kalıcılığını tescil ediyordu ve İngiltere âdeta bir ‘bilet kesme memuru’ idi. 52 ülkenin bir 53. için ‘Ulusal Yurt’ üzerinde mutabakata varacakları beklenmiyordu. Esasen ‘Ulusal Yurt’ tabiri de tamamen yenilik sayılırdı. Bu terimde duygusal bir bağlantı vardı ve uluslararası yasa tarafından tanımlanmamıştı. Buna rağmen çok önemli bir uluslararası antlaşmaydı.
O zamanlar İngiltere Başbakanı olan Mr. Lloyd George döneminde, Kasım 1917’den evvel Siyonist dava İngiltere ve ABD tarafından büyük ölçüde desteklenmiş olmakla beraber; bu tarihte Balfour Deklarasyonu’nun yayınlanması, ‘propagandacı nedenlere’ bağlıydı. Başbakan, müttefiklerin ve bağlı güçlerin durumunu betimledi: Rumenler yıkılmıştı, Rus Ordusu’nun morali bozulmuştu. Fransız ordusu büyük çapta bir harekâta kalkışacak durumda değildi. İtalyanlar, Caporetto’da büyük bir sille yemişlerdi. Milyonlarca ton İngiliz gemisi Alman denizaltılarınca batırılmıştı. Siperlerde henüz Amerikan birlikleri mevcut değildi. Bu kritik durumda Yahudi dâvasına gösterilecek sempati veya tersi, müttefiklerin davasını önemli ölçüde etkileyecekti. Özellikle Yahudiliğe sempati, Amerikan Yahudi Cemaatinin desteğini onaylattıracak, Almanya’nın askerî harcamasını azaltmasını ve Doğu Cephesindeki iktisadî konumunu geliştirmesini güçleştirecekti.
Lloyd George’un ifadesine göre, “Siyonist liderler, müttefiklerin davası için Yahudilerin dünya çapında desteklerini sağlamak konusunda vaatte bulunmuşlar ve sözlerini tutmuşlardır.” Bu sinsi bir anlaşma gibi görünüyordu ama tersi doğruydu. Bu duygusal ve romantik bir anlaşma idi de. Çünkü anlaşmada sorumlu olan Lloyd George, Lord Balfour, Başkan Wilson, General Smuts, Kutsal Kitap’a âşıktılar ve Siyonist hareketin taşıdığı Birinci Ahit yansımalarından derinden etkilenmişlerdi. İngiliz Bakanlar Savaş Kurulu, âdeta Mesianik bir gücün rolünü bir an için üstlenmişti. General Smuts’un anlayışına göre, “gelecek nesillerde orada büyük bir Yahudi devleti doğacaktı.” Ama Winston Churchill böyle düşünmüyordu: “Bir Ulusal Yurt’un Filistin’de geliştirilmesinin ne olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verilebilir: Bu Filistin sakinlerine tümü ile Yahudi vatandaşlığı dayatılması değildir. Fakat mevcut Yahudi Cemaatinin daha fazla geliştirilmesi için… Yahudi halkının, din, ırk, açısından istifade etmesi için ve onuru için tümü itibarıyla bir merkez söz konusudur.”
Nitekim 1930’da, MacDonald’ın hükümetinde yer alan Ramsay, Churchill’in Filistin’deki ‘Ulusal Yurt’un tüm Filistin’i bir Ulusal Yurt’a dönüştürmek olmadığı yorumunu vurgulayarak, ‘Beyaz Kâğıdı’ yayınladı. Bu tüm Siyonist umutlarına bir son demekti. Ancak Şubat 1931’de, üç ay sonra, “zenci yine renk değiştirdi”. Ramsay, Dr. Weizmann’a bir mektup gönderdi. Politikası tamamen değişmişti. Mayıs 1939’da iseChamberlain’in hükümeti yeni bir ‘Beyaz Kağıt’ yayınladı. Buna göre, ‘Ulusal Yurt’un şöyle yorumlanması gerekiyordu: Yahudiler Filistin’de sürekli bir azınlık olarak kalmalı idiler göç etme ve toprak satın alma haklarından mahrum kalacaklardı… Bu, Milletler Cemiyeti Manda Komisyonunda, İngiliz İşçi Partisinde büyük öfke uyandırdı. Churchill, bu kararı ihanet ve manevî iflas için bir dilekçe olarak değerlendirdi. Beş yıl sonra 1944’te, İşçi Partisi Yıllık Konferansında “Yahudilerin bu ufak toprağa bir çoğunluk teşkil edecek tarzda göç etmelerine izin vermediğimiz takdirde, muhakkak ki bir ‘Ulusal Yurt’tan bahsetmemiz mümkün değildir” şeklinde bir beyanat yayınlandı. Bir yıl sonra da İşçi Partisi, ‘Ulusal Yurt’u hem anlam, hem de umut açısından yoksun kılan bir politika izledi; buna göre ‘Yurt’, girmeye iznin olmadığı bir yer olarak tarif ediliyordu.
Arapların bakış açısı
Bu öykünün, aynı şekilde Araplar açısından da anlatılması mümkün. Araplara, Filistin’de onların “vatandaşlık ve dinsel haklarına önyargılı davranacak tarzda hiçbir şey yapılmayacağı” vaat edilmişti. İngiliz Mandası döneminde Araplara en az üç kez bir yasama organına sahip olacakları, Yahudilerin göçünün ve iktisadî yayılmasının önüne geçileceği vaat edilmişti. Fakat her seferinde “zenci renk değiştirmiş” ve vaat tashih edilmişti. Filistin’i yöneten İngilizler vasat sömürgecilerdi. Bu ‘Ulusal Yurt’ meselesini idare onlara çok zor gibi geliyordu. Bu saçma tabir olmasaydı, Filistin yaşanması ve yönetilmesi kolay bir ülke olacaktı. Ama İngilizler için şimdi sadece ‘lanet bir baş belası”idi.
Yahudi Bakış Açısı
19. yüzyılın son on yıllarında sürekli olarak ülkeye Yahudi mülteciler küçük sayılarda gelmeye başlamışlardı. Bunların bazıları, Eski Kudüs’e yerleştiler. İane ile geçiniyorlar ve vakitlerini dua ile geçiriyorlardı. Diğerleri de, Yahudi yardımsever kuruluşlarınca desteklenen ziraatçılardı. Örneğin ‘Jewish Colonization Society’, Baron Edmond de Rotschildtarafından finanse ediliyordu. Bunlar siyasal açıdan Siyonist değildiler; Türkler tarafından tolerans ile karşılanıyorlardı ve Arap işgücünden yararlanıyorlardı. Bu kişiler, ıssız ve bereketsiz bir toprağa ayak basmıştı. Bu ‘vaat edilmiş toprakları’ sahiplenmek için onları üretken hale getirmeleri lâzımdı. Buna ‘kibbush avodah/ işçiliğin zaferi’ sloganı raptedilmişti. Bu temayül, zamanla Marksist kült ile tuhaf bir harman oluşturarak, kolektif yerleşkelerin kurulmasına neden oldu. İsrail’in sınaî kuruluşlarının yarısından fazlası, bu ilke ile kurulmuştu ve sendikalar güçlüydü. Ayrıca bu şekilde de artık toprak ağalığı mümkün olmayacaktı. Yerleşimciler, topraklarını Ulusal Fon’dan, finansmanlarını da düşük faizle vakıf fonu’ndan (Keren Hayesod), kooperatif bankalarından alıyorlardı. Yahudi Ulusal Fonu (Keren Kayamet), Filistin’de toprak edinmenin temel enstrümanıydı. Bu kuruluşun para kaynağı da, dünya çapındaki Yahudi hayır kuruluşlarının kumbaralarına bırakılan paralardı. Ciddi Yahudi banker veya bankaları ise, Siyonizm’e destek kisvesini ülkelerinde yaratmamak için çekimser davranıyorlardı.
Özetleyecek olursak:
1) İsrail Devleti’nin mevcudiyeti, 1918 ile 1948 arasında Yahudilerin kolonizasyon çabalarına bağlıdır.
2) Yahudilerin Filistin’e karşı duydukları gizemsel bağlılık, Balfour Deklarasyonu ve Milletler Cemiyeti kararı ile yasal bir hüviyet kazanmıştı. Ancak Siyonist dava, hem manen, hem maddeten Yahudi Öncüleri’nin fedakârlıklarına bağlıydı. Birçok kolonizasyoncunun aleyhine, Yahudiler toprakları tehdit veya güçle değil, satıcılarından nakit para ile almışlardı; bu toprakların çoğu terk edilmişti ve bunları elleri ile işlemişler, mahalli iş gücünü sömürmemişler ve tropik hastalıklar ve çapulcular nedeniyle de yüksek bedel ödemişlerdi.
3) Öncüler, bu topraklarda yaşayan mahallî halka maddî ferahlık getirmişlerdi ama kültürel değerler getirmemişlerdi ve bu durum da esasen ülkeyi ele geçirmeleri açısından yerli halk için bir teselli olamazdı. Yahudilerin Avrupa’da uğradıkları kıyımlar ve kendilerinin yüksek medeniyetleri zaferlerini muhakkak ve bu anlamda ‘tarihsel olarak haklı’ kılıyordu ama Arapların değer açıları bakımından da sevimsiz bir haksızlık olarak duruyordu.
‘Filistin Münih’i’
1939 yılı, genel olarak hem bütün dünya için, hem de İsrail için bir kilometre taşı oldu. İnsanlık açısından II. Dünya Savaşının başlangıç senesiydi; İsrail açısından ise, 6 milyon Yahudi’nin idam fermanının telaffuz edildiği ve Filistin’e kaçmalarının da Chamberlain Hükümeti’nin ‘Beyaz Kâğıdı’ tarafından engellenmesiydi. Bu belgeye göre, 1939 ile 1944 arasında sadece 75 bin Yahudi ülkeye kabul edilecekti ve daha fazla göç, Arap onayına bağlı olacaktı. Başka bir deyimle, hiçbir zaman. Ayrıca Arapların Yahudilere toprak satması yasaklanıyordu ve bu da ülkenin yüzde 95’ini kapsıyordu. Üstelik on yıl içinde Yahudi nüfusunun ülke nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturamayacağı ve bir Arap devletinin kurulması da öngörülüyordu. Bu durumda hem Avrupa Yahudilerinin imha edilmesi aşamasında Filistin kapıları onlara kapanıyor, hem de Filistin’deki Yahudiler bir nevi getoya tıkılıyordu. Ama imha edilen Yahudiler de onların akraba ve dindaşı idi. Nitekim 1945’te öfke ve umutsuzluk, hukuka uyan bir ülkeyi giderek ikinci bir İrlanda’ya çevirdi.
Balfour Deklarasyonu’nu izleyen yirmi yıl zarfında İngiliz Hükümeti tereddütlü bir siyaset izledi ve bu da sonunda antisemit bir politikaya dönüştü. 1937’de Kraliyet Komisyonu, Manda Yönetiminin işlevini yitirdiği ve ülkenin taksim edilmesi gerektiği sonucuna vardı. Bu durumda Araplar, hükmettikleri bir bölümü yitirecekler; Yahudiler de kendilerine Balfour’da vaat edilen ‘Ulusal Yurt’un yirmide birini alacaktı. İlginçtir, bundan sonra Arap isyanları başladı. Bunlar Fawzi Kaukaji adlı bir Arap isyancı tarafından yönetiliyordu. İngilizler bu saldırganlığı âdeta görmezden görerek, ‘Ulusal Yurt’ hülyasını Yahudilere unutturmayı planlamıştı. Arap isyanları, daha önceleri cereyan eden Lawrence’in Türklere karşı kışkırttığı Arapların çöl harekâtından veya Raşid Ali’nin isyanından dahi daha ciddiydi. Arap entelektüelleri, Arap davasına kendilerini adamışlardı. Siyonist macera, onların İngiliz patronluğu altındaki Rönesans çabalarına tehlike oluşturuyordu. Ama ideolojileri, bir emperyal strateji ve Arap romantizmi harmanıydı. Ortaçağ’dan kalma, suiistimalci toprak ağalarının oluşturduğu derebeylik yapısı ve fakirlik ve cehaletin vurduğu kitleler Arap ülkelerinin bünyesinde durdukça, Arap halifeliğinin tekrar doğuşunu, bir ulusal Rönesans’ı hayal edenler, bunun bir rüya olduğunu idrak edemiyorlardı. Nitekim on yıl sonra Yahudi Devleti’nin tedariksiz birlikleri Arap Birliği’nin ordularını yenince, bu tasavvurlar gerçekleşemedi. Keza İngilizlerin Ortadoğu siyaseti de bu darbeden sonra çöktü.
Chamberlain’in hükûmeti, Arapları yatıştırmak uğruna Yahudileri alçak sesli bir üzüntü ifadesi ile kaderlerine terk etmişti. Chamberlain’e göre Büyük Britanya gibi büyük bir güç, Çekoslovakya gibi küçük bir ülke için savaşı göze alamamıştı. O halde nasıl yarım milyon Yahudi için 40 milyon Arap nüfusuna karşı bir Kutsal Savaş riskine girilebilirdi ki! Kraliyet Komisyonu’nun bir Yahudi isyanını bastırmanın, Arap isyanlarını bastırmak kadar sevimsiz olacağı hususundaki ikazı ve Churchill’in ve İşçi Partisi’nin benzer ikazları da pek etkili olmadı.
1939 Şubatı’nda İngiltere, Londra’da Arapları ve Yahudileri bir yuvarlak masa toplantısına davet etti. Araplar bu toplantıya katılmayı reddettiler. İngilizler bu hakareti yuttular ve taraflarla ayrı ayrı görüşmeyi yeğlediler. İngilizler yalnız Filistinli Arapları değil, Mısır, Irak ve Suudi Arabistan hükümet temsilcilerini de çağırdılar. İngilizler ikili görüşmelerde hiç başkalarını dâhil etmemişlerdi. Bu şaşırtıcı diplomasi ile Filistin’in sadece mahalli yerleşimcilerinin değil, genelde tüm Arap dünyasının ilgi konusu olduğu fikrini ortaya koyuyordu. Bunun sonucunda kurulan Arap Birliği geleneksel anlaşmazlıklar ve sülale rekabetleri nedeniyle siyasi bir kurgudan öteye gidemedi ama bir tek hususta birleştiler: “Siyonizm’e karşı savaş”. 1948’de Filistin’i istila eden Arap devletleri, İngilizlerin 1939’da başlayan bu aktif Arap desteğinin semeresiydi.
Bu davranışlar ve ‘Beyaz Kağıt’, ABD dâhil birçok yerde büyük protestolara sebebiyet verdi. Yıllardan beri hiçbir politik karar İngilizlerin prestijini böyle sarsamamıştı. Chamberlain Hükümeti, ‘Yahudi Ulusal Yurdu’nu feda ederek Arapların kaybolan desteğini sağlamak ve olası Arap isyanlarına da engel olmak istemişti. Fakat ‘Yahudi kartını’ oynamak İngilizlerin umduğunu sağlamadı. Irak’taki Raşid Ali’nin isyanı, Mısır hükümetinin, Suriyeli ve Filistin Araplarının ilerideki davranışları bunun kanıtıydı. İngilizler, Avrupa’daki Yahudilere Hitler’in sergilediği vahşi tehditleri de görmezden geldiler. Nitekim yaklaşmakta olan kıyımlar, Filistin Yahudilerini çılgına çevirdi. Ama bu umarsızlık, İngilizlerin Nazizm, Faşizm, Sovyet totaliterliği ve bunun Çeklere, Polonyalılara, Baltıklılara olan etkisi karşısında da aynıydı. Yahudi trajedisi sadece genel resimde bir süreçti. ‘Beyaz Kağıt’, Hitlerin vahşetinin yanında belki göreceli olarak önemli bir şey değildi. Struma’nın 800’e yakın Yahudi mülteci ile batırılmasının müsebbibi de İngiliz politikası idi ama gene de İngiliz hayır kuruluşları, binlerce Yahudi çocuk ve erişkin mülteciyi Avrupa’dan İngiltere’ye kabul ettirmeyi başarabilmişti. 1
Filistin dâvasının çözümsüzlüğün kökeninde İngilizlerin çıkarcı ve “böl ve yönet”çi, sinsi ve kaypak geleneksel dış siyasetlerinin yattığı, birçok araştırmacı tarafından fazla dikkate alınmamıştır. Arthur Koestler’in 1949’da neşredilen bu özgün çalışması, konuya bu açıdan çok değerli bir katkı sağlamakta.
1 ‘Promise and Fulfilment, Palestine 1917-1949’, Arthur Koestler, London, Macmillan and Co. Ltd, 1949, S.4-54.