Niki Caro’nun ‘UMUT BAHÇESİ’ roman ve senaryo yazarlarıyla, yönetmen ve yapımcısıyla tam bir kadın filmi
‘THE ZOOKEEPER’S WİFE’
Yön: Niki Caro, Sen: Angela Workman, Gör: Andrij Parekh, Müz: Harry Gregson-Williams, Oyn: Jessica Chastain- Johan Heldenberg-Daniel Bruhl, Timmoty Radford – Efrad Dor – Shira Haas
Nazi dönemi katliamlarına karşı duran, direnen insanları bir kez daha gündeme getiren ‘Umut Bahçesi’ II. Dünya Savaşı tarihi biyografik drama zincirinin yeni bir halkası. Varşova Hayvanat Bahçesinin karı-koca yöneticilerinin Yahudi mahallesinden kaçırdıklarını evlerinin bodrum katında saklamalarını anlatan film, ‘Schinder’in Listesi’ni akla getiriyor. Ancak tekrarlar ve sarkmalarla rahatsızlık duygusu veren, sönük ve renksiz bir sinema diliyle hayal kırıklığı yaratan Caro’nun rejisi heyecan uyandıramıyor, inandırıcı olamıyor. Baştan sona düşük bir tempoda seyreden, etkileyici olamayan, yenilik içermeyen bu vasat filmin oyuncu kadrosu da başarısız.
II. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi Soykırımı (Holokost), sinemaya zengin kaynak olma özelliğini sürdürüyor. Nazi dönemi katliamlarına karşı duran, direnen insanları bir kez daha gündeme getiren ‘Umut Bahçesi/The Zookeeper’s Wife’, II. Dünya Savaşı tarihi biyografik dram zincirinin yeni bir halkası.
Soykırımın bilinmedik bir yüzünü sergileyen filmin konusu, Nazi işgali altındaki Varşova’nın ünlü hayvanat bahçesinde geçiyor. 1939’da Yahudilerin bir gettoya kapatılmasıyla başlayan film, hayvanat bahçesinin karı-koca yöneticilerinin Yahudi mahallelerinden kaçırdıklarını evlerinin bodrum katında saklamalarını anlatıyor.
Film, 1 milyon 100 bin kişinin öldürüldüğü Auschwitz’e yollanmaktan kurtulan 300 Yahudi’nin öyküsü.
Roman ve senaryo yazarlarının, yönetmenin ve yapımcının kadın olduğu, bir kadın kahramanın öyküsünü anlatan ‘Umut Bahçesi’ tam bir kadın filmi.
Olayın kahramanı Antonina Zabinska’nın günlüklerine dayanan Diane Ackerman’ın 2007 tarihli romanını Angela Workman senaryolaştırmış, yönetmenliği Yeni Zelandalı Niki Caro üstlenmiş.
Ancak, Nazizm’in gaddarlığını, tarihte eşi görülmemiş insanlık suçunu vurgulayan filmin, benzerlerine kıyasla farklı ve yeni bir şey söylediğini iddia etmek güç.
Tekrarlar ve sarkmalarla rahatsızlık duygusu veren, sönük ve renksiz bir sinema diliyle hayal kırıklığı yaratan Niki Caro’nun rejisi heyecan uyandırmıyor.
Yönetmenin yorumu ile aşırı romantikleştirilen, ölçüsüz duygulaştırılan film bir türlü etkileyici olamıyor. Bunlar, baştan sona düşük tempoyla seyreden, yenilik içermeyen ‘Umut Bahçesi’ni, heyecan yaratmayan, dümdüz anlatılan, vasat bir film yapıyor.
Gerçek olaylara dayanan bir metnin, senaryosundaki derinliksiz karakterleriyle, yarattığı inandırıcılıktan uzak atmosferiyle, uyumsuz oyuncu kadrosuyla, harcandığına tanık oluyoruz.
Fabrikada işe alınmakla temerküz kamplarına yollanmaktan kurtulan ‘Schindler’in Listesi’ndeki Yahudilerle, hayvanat bahçesinin dehlizlerine saklanıp aynı yazgıyı yaşayan ‘Umut Bahçesi’nin Yahudileri arasında hiç bir fark yok. Ancak duygulara hitap etmede uzmanlaşmış Steven Spielberg, son derece etkileyici olmayı başarırken, Yeni Zelandalı meslektaşı bu konuda sınıfta kalıyor.
USTA OYUNCULAR FİLMİ KURTARAMIYOR
Film 1939’da Varşova Hayvanat Bahçesinin yöneticileri karı-koca Zabinski’leri işlerini severek yapan bir çift olarak tanıtmakla başlıyor. Nazi işgalinden sonra Antonina Zabinski (Jessica Chastain) ile kocası Jan’ın (Johan Heldenberg) hayatı zorlaşır. Hitler’in temsilcisi Alman zoolog Lutz Heck (Daniel Bruhl) hayvanat bahçesini yağmalayarak değerli hayvanları Berlin’e yollar.
Lutz’un hayali, yok olmakta olan Avrupa bizonu türünü yeniden üretmektir. Kalan hayvanların bombardımanlarda telef olmasından sonra, Zabrinski’ler hayvanat bahçesinde Alman askerler için domuz yetiştirmeye başlarlar.
Varşova Gettosuna hapsedilen, sefalet içinde yaşayan Yahudilere yardım etmeye odaklanan çift, Almanlarla kurdukları iyi ilişki sayesinde, yakın dostlarını Yahudi mahallesinden kaçırıp, tesis içindeki binaların bodrumlarında saklarlar.
İki Alman askeri tarafından tecavüze uğrayan küçük Ursula’yı da kaçırıp himayelerine alan çift, bu işte uzmanlaşıp sistematik bir şekilde Yahudileri kaçırırlar.
Çift, terkedilmiş hayvan kafeslerinde ve yeraltı tünellerinde sakladıkları insanlardan birinin, çiftliğe sık sık gelen Alman askerler tarafından bulunmasıyla hayatlarını büyük bir tehlikeye attıklarının farkındadır.
Güzel bir kadın olan Antonina’nın cazibesine kapılan Nazi subayı Lutz ona kur yapmaktan geri kalmaz. Film, Nazilerin yenilgiyi kabul ettikleri 1945’te noktalanır.
‘Umut Bahçesi’, yönetmeni Niki Caro’nun oyuncularından verim alma becerisinin kısıtlı olduğunu gösteriyor.
Filmin yapımcıları arasında olan, Hollywood’un seviyeli karakter oyuncularından Jessica Chastain’in çabası filmi kurtarmaya yetmiyor. Kariyerinde belki de ilk kez vasat bir kompozisyon çizen karizmatik aktris, yine çok iyi bir oyuncu oyan Daniel Bruhl ile aynı kaderi paylaşıyor.
Sayısız Avrupa ve Amerikan filminde iyi oyunculuğunu kanıtlamış bu Alman aktör, ikiyüzlü, fırsatçı Nazi subayı rolünde pek sönük kalıyor.
‘Çölde Kutup Ayısı’ ve ‘Kırık Çember’ filmlerinden tanıdığımız Belçikalı aktör Johan Heldenberg, filmin sönük oyuncu kadrosuna katılıyor.
1967 Wellington doğumlu Yeni Zelandalı Niki Caro, ismini kendi ülkesinde çektiği, 11 yaşındaki bir kız çocuğunun geçmişine meydan okumasını anlatan ‘Balinanın Sırtında/Whale Rider’ (2002) filmiyle duyurmuştu.
Charlize Theron’u tanımakta zorlandığımız ‘Tek Başına/North Country’den sonra Niki Caro Amerika’da, Kevin Costner’li ‘Mc Farland’ı çekmişti.
‘Umut Bahçesi’ olayın geçtiği Polonya’da değil, Çek Cumhuriyeti’nde çekildi.
VARŞOVA GETTOSU FİLMLERİ
Naziler, II. Dünya Savaşının başlarında Polonya’yı direniş görmeden kolaylıkla işgal ettiler. Polonyalılar Yahudilere en az Almanlar kadar kötü davrandılar. Topraklarını, evlerini ele geçirmek için Gestapo’ya ihbar etmekle kalmadılar, Yahudileri bizzat öldürdüler. Polonyalıların ketumiyetlerini bozan, ‘Shoah’ belgeseli ile Claude Lanzmann oldu. Son yıllarda bazı dürüst Polonyalı sinemacılar, cesur filmleriyle, günah çıkaran Polonya’nın sözcüleri oldular.
Geçen yıl kaybettiğimiz Polonya sinemasının yetiştirdiği en önemli kişi olan Andrzej Wajda, kariyerinin başyapıtları arasında gösterilen, 1957 yapımı filmi ‘Kanal’ ile Varşova Gettosunu anlattı.
Wajda’nın savaş üçlemesinin ikinci filmi olan ‘Kanal’, Nazi işgali sırasında Varşova’nın kanalizasyonlarında örgütlenen Polonyalı yurtsever direnişçilerinin öyküsünü anlattı.
Yine Polonyalı, bu kez auteur bir kadın yönetmen olan Agnieszka Holland, 2011 tarihli başyapıtı ‘Karanlıkta Kalanlar’da, Nazilerden kaçmak için yeraltında saklanan Yahudileri anlattı. Fırsatçı ve iş bilir Polonyalı bir lağım işçisi, ücret karşılığında Yahudileri Varşova’nın kanalizasyonlarında saklıyordu. Annesini Auschwitz’te kaybetmiş bir başka Polonyalı olan Roman Polanski, kariyerinin ödüllere boğulmuş en parlak filmi ‘Piyanist’te gettoda saklanarak hayatta kalabilmiş bir müzisyenin gerçek hayat öyküsünü anlatmıştı. Wladyslaw Spilman adlı piyanist, biraz da meloman bir Nazi subayının toleransı sayesinde, harbin sonuna kadar Varşova’nın yıkıntıları arasında hayatta kalmayı başarabilmişti.
Polanski’ye En İyi Yönetmen Oscar Ödülünü kazandıran ‘Piyanist’, Spilman’ı canlandıran Adrien Brody’ye ve senarist Roland Harwood’a da aynı ödülü getirmişti.
‘Varşova Gettosu’ ile ilgili Hollywood filmlerinin en ünlüsü Steven Spielberg’in destansı başyapıtı ‘Schindler’in Listesi’dir. Gerçek hayattan alınan konuları itibarıyla ‘Umut Bahçesi’ ile akrabalıklar taşıyan ‘Schindler’in Listesi’, Polonya’da kurduğu fabrikada işe aldığı 1100 Yahudi’nin hayatını kurtaran Alman iş adamı Schindler’in öyküsünü anlatıyordu. Spielberg, kazandığı üç Oscar ödülünün ikincisine bu filmle ulaşıyordu.
‘Schindler’in Listesi’ aralarında En İyi Film Ödülünün de olduğu yedi Oscar’ın sahibi olmuştu.
2001 tarihli ‘Gri Bölge/The Grey Zone’ (yönetmeni Tim Blake Nelson) bir Nazi doktorun Auschwitz’te krematoryumda çalıştırdığı bir Sonderkommando ile olan ilişkilerini odağına alan bir filmdi.