Geçtiğimiz hafta ilk bölümünü verdiğimiz Arthur Koestler’in bakış açısını yansıtan kitabının bu hafta Filistin’e gitmek isteyen Yahudilerin başına gelenlerin anlatıldığı bölümü ele aldık.
Filistin’in Mayıs 1939’dan II.Dünya Savaşının sonuna dek süren öyküsü; Nazi Soykırımı’ndan canlarını kurtarmak isteyen Yahudiler ve Manda Yönetiminin bunların Filistin’e iltica etmesini önlemek için güç ve diplomatik baskı kullanarak sarf ettiği çabalarla ilgilidir… Ancak Manda’nın 26 no’lu maddesine göre, Manda’nın tüzüğünün tâdili için Milletler Cemiyeti Konseyinin onayı gerekiyordu. Ne var ki, Eylül 1939’da toplanması gereken Konsey, Savaş’ın patlaması üzerine hiçbir zaman toplanamadı. İngilizlerin yeni politikası sadece Milletler Cemiyetinin onayına bağlıydı. Bu durumda bu onay hiçbir zaman verilmediğine göre, Yahudilerin Beyaz Kâğıt’ın meşruiyetini inkâr etme hakları doğuyordu.
Savaş’ın başlaması ile birlikte hükümet, Almanya veya Almanların yönettiği Polonya gibi ülkelerdeki Yahudilerin Filistin’e kabul edilmemesine karar verdi. Yahudi Ajansının çabalarına rağmen 20 bin Polonyalı ve 10 bin Balkanlı Yahudi çocuğa İngilizler vize vermediler ve bunlar Majdanek ve Auschwitz gibi ölüm kamplarına terk edildiler. İlk başta tehlikede olanlar Alman Yahudileriydi ve Manda yönetimi de onları ‘yasadışı’ ilân etmişti. Manda Yönetimi, ‘nazikçe(!)’ bir ifade ile şöyle dedi: “Majesteleri’nin Hükümeti, Almanya’daki mültecilere sempati(!) ile yaklaşmaktadır ama bu mülteciler mevcut konjonktürde, mahalli duruma, İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına ciddi bir tehdit oluşturacak tarzda zarar vereceklerdir…
Ayrıca güvenlik açısından da bu mültecilerin arasında Alman casuslar bulunabileceği, aslında iaşesi bol olan ülkenin gıdasının mülteciler tarafından tüketileceği gibi sudan bahaneler de üretilmişti. Aslında hükümetin gerçek sorunu, “Araplar’ın tedirgin edilmemesiydi” ve “Yahudi göçünün, Filistin,’e ulaşması için hiçbir şey yapılmayacaktı!” Yahudi Ajansı’nın, Filistin Hükümeti’ne Almanya’da trenlerin Yahudileri ölüm kamplarına götürmeye başladıklarını bildirmesi bir işe yaramadı. “Gözleri görmüyor, kulakları duymuyordu.”
Daha ‘Beyaz Kağıt’ın neşredilmesinden evvel, Mart ve Nisan 1939'da üç mülteci gemisi, ‘Assandu’, ‘Asimi’ ve ‘Panagia Konstario’, Almanya ve Romanya’dan gelmişti ve yolculara karaya çıkış izni verilmemişti. İngiliz Parlamentosunda Mr. Noel, Koloniler Bakanı Mac Donald’a bunların ne olacağını sorunca, Mac Donald, geldikleri yere gönderileceklerini söyledi. Mr. Noel, bununla temerküz kamplarını mı kastettiğini sorunca; Mac Donald, mesuliyetin kanunsuz göçü organize edenlere ait olduğunu belirtti. Bu trajedi 10 yıl süregeldi; geri gönderilenler, ölüm trenlerini ve gaz odalarını boyladılar. Yazar burada Filistin’de rastladığı bir Yahudi delikanlıdan bahsetmektedir. Bu kişinin annesi ve üç erkek kardeşi Alman sadizminin ve ‘Beyaz Kağıt’ın kurbanı olmuştu. David Friedman-Yellin adındaki bu genç adam, daha sonra İngilizlere karşı terör eylemleri düzenleyen Stern çetesinin başına geçmişti…
Yasa dışı mülteci avı
Yasa dışı mülteci avı, Filistin Yönetiminin artık takıntısı olmuştu. Sahil muhafaza gemilerine yasa dışı göçmen getiren gemilere ateş açma emri de verildi; artık mültecilerin bu şekilde öldürülmesi de sıradanlaşmıştı. 1940 Kasım’ında ‘Pasifik’ ve ‘Milos’ adındaki iki nehir gemisi, 1800 Yahudi Siyonist ziraatçısı ile Hayfa açıklarına geldi. Savaş öncesi bunlar kota mucibince iltica iznine sahipti. Ancak bunların Almanya’ya gönderilmesi mümkün olmadığından ve mültecilerde kalan son kurtuluş umudu kıvılcımlarını öldürme adına bu geminin Hint Okyanusu’ndaki tropikal Mauritus adasına gönderilmesine karar verildi. Mülteciler, ‘Patria’ adındaki İngiliz şilebine yüklendiler. Gemi Hayfa Limanından kalkmak üzereyken, gemidekiler tekneyi havaya uçurdular. 260’dan fazla kişi parçalandı ve ceset parçaları kıyıya vurdu. Hayfa’nın Mount Carmel tepesindeki evinden dürbünle balıkçı teknelerinin oltalarıyla toplanan kadınların uzuvlarını gözlemleyen Eliyahu Ben Hakim, dört yıl sonra İngiltere’nin Yerleşkeler Bakanı Lord Moyne’u Kahire sokaklarında vurdu ve derhal asıldı.
Bu felâket cereyan etmeden daha bir gün evvel 800 tonluk ‘Atlantic’ kosteri Danzig ve Çek Yahudi Cemaati’nden kurtulanlardan 1880 kişi ile beraber Hayfa’ya ulaşmıştı. Bunlar önce Ahlit Kampına, sonra zorla kulübelerinden alınarak, Mauritus Adasına gönderildiler. Sıtmanın çarptığı bu tropikal adada Ağustos 1945’e dek beş yıl boyunca hapis tutuldular. Erkekler eski bir Fransız hapishanesinde, kadınlar da sac kulübelerde yaşıyorlardı ve erkekleriyle haftada üç kez iki saatlik süreler için buluşuyordu. Adada 50 çocuk dünyaya geldi. Tutuklu nüfusun yüzde 10’u da hastalıklardan telef oldu.
Bu sözde ‘Yahudi Ulusal Toprağı’na hâlâ mülteci gemileri yol almaktaydı. Aralık 1940’ta 75 foot (23m.) boyundaki yelkenli ‘Salvador’ gemisi, 350 mültecisi ile beraber Bulgaristan’dan Türkiye kıyılarına ulaştı. Ancak Filistin Yönetimi, Türk makamlarına Avrupa’dan gelen Yahudilere giriş izni verilmeyeceğini bildirdiğinden; bu makamlar, Filistin vizesi taşımayan göçmenleri kabul etmediler ve sadece su ve yiyecek tedarik ettiler. Gemi dalgalı denizlere açıldı ve kadın, erkek, çocuk 231 Yahudi alabora olan gemiyle beraber battılar. Kurtulanlar, İstanbul’a getirildiyse de, bunlara gene İngiliz vizesi verilmedi; bir kısmı Alman işgali altındaki Bulgaristan’a geri gönderildi, geri kalan 70 kişiyse, ‘Darien’ adındaki bir mülteci gemisine bindirildiler ve Mart 1941’de Hayfa’ya ulaştılar. Hükümetin ilticayı kolaylaştırmak için hiçbir şey yapmayacağı tezi gerçekleşmişti. Nitekim yıllar itibarıyla, göç rakamları şöyle gelişmişti: 1938: 13.000; 1939: 27.500; 1940: 8.000; 1941: 6000; 1942: 3.700; 1943: 8.500; 1944: 14.500.
Almanlar art arda Avrupa ülkelerini zapt ettikçe, 1939 Göç Etme Genelgesi’ne göre hiçbir Yahudi’nin Filistin’e giriş izni bulunmamaktaydı. İstila edilmemiş ülkelere gelince; ‘Beyaz Kâğıt’, yılda 15 bin olması kaydıyla 75 bin kişilik bir göç kotasına müsaade ediyordu. Ancak ‘Salvador’un onaysız teşebbüsü nedeniyle, işgal edilmemiş ülkelerden gelen göçmenlere de Ekim 1939 ile Mart 1940 ve Ekim 1940 ile Mart 1941 arasında kısıtlama getirildi ve Balkan Yahudileri tek açık kalan bu yolla canlarını kurtaramadı.
Struma İstanbul’da
Lordlar Kamarasında saçma ve insanlık dışı olarak Lord Davies tarafından nitelendirilen bu olaylar serisi, ‘Struma’ gemisinin batırılması ile doruğa ulaştı. Bu 180 tonluk Tuna Nehrine göre uyarlanmış davar taşıma teknesi, 16 Aralık 1941’de İstanbul limanında beliriverdi. Gemi âdeta bir enkazdı ve 18x6m. boyutlarındaki güvertesinde 769 yolcu kafeslere tıkıştırılmıştı ve bir kısmı da aklını yitirmek üzereydi. Tekne İstanbul Limanı açıklarında iki ay bekletildi; bu arada Kudüs’teki Yahudi Ajansı, yolculara Filistin vizesi elde edebilmek için veya en azından 16 yaşın altındaki çocuklar için bir seçime gidebilmek amacıyla müthiş bir çaba sarf etti. Böylece Türkler, en azından onların karaya çıkmasına izin vereceklerdi. İlk talebi İngiliz Hükümeti, emniyet ve yiyecek olanağı itibarıyla reddetti; seçime gitmeyi hükümet gaddarca buldu; çocukların tahliyesini ise de reddetti. Çünkü Majestesi’nin Hükümeti, Romanya ve Macaristan’dan Filistin’e sınırlı sayıda çocuk getirilmesine izin vermişti. Bu uygulama, ‘Struma’da çocuklara uyarlanamazdı ve özel bir karar gerekiyordu. Kısacası, her öneri için sudan bahaneler hazırdı! Bu arada iki ay geçti. Türk makamlarının sabrı taşmıştı ve tekneyi Karadeniz’in sularına çektiler. Türkiye kıyılarının bir mil kadar açıklarında bu geminin de başına ‘Patria’nın trajedisi geldi. 250’si kadın, 70’i çocuk tüm yolcular boğuldu; sadece bir yolcu canlı kalabildi. İki aylık bir ‘gecikmeden’ sonra Yahudi Ajansı, 11-16 yaş arası çocukların Filistin’e kabul edilebileceği hususunda Filistin Hükümetinin Dışişleri Bakanı tarafından bilgilendirildi. Ama gemi dokuz gün sonra tüm çocuklarla beraber yola çıkmış ve hepsi de boğulmuştu. Bu müessif olaydan sonra Yahudi Ajansı, Filistin Hükümetine Türk makamlarına bu çocuklara vize verip vermeme hususunda ne yaptıklarını sordu. Ama Filistin Hükümeti bu soruyu yanıtlamadı. İngiliz Parlamentosunda bu konudaki tartışmada İngiliz Hükümeti Sözcüsü de aynı şekilde suskun kaldı! Dolaylı kanıtlar, Filistin Hükümetinin Türklere çocuklarla ilgileneceği ve bunların Filistin’e indirileceği konusunda hiçbir şey söylemediği merkezindeydi.
Ancak 1943 yılı ortalarına doğru İngiliz Hükümeti, nihayet süregelen bu trajedilerin ardından Türkiye topraklarına kaçabilen Yahudi mültecilere vize vermeye razı oldu. Yahudi Ajansına da haber verildi fakat konunun ketumiyeti vurgulandı; böylece çok sayıda Yahudi’nin kaçmaya yeltenmemesi düşünülmüştü. Ancak bu karar, sorgulamalarına rağmen tam dokuz ay Türk makamlarına tebliğ edilmedi! İrtibat kurulduğunda da artık çok geçti. Balkanlar’daki Yahudilerin kaderi artık mühürlenmişti!
Yaşanan acılar
İki bin yılık sürgün yaşamlarının hiçbir bölümünde, 1942-1944 yılları arasında olduğundan daha fazla Yahudi katledilmemişti. Sadece Yahudilerin Vaat Edilmiş Topraklara doğrudan ulaşmalarına mâni olunmamış, tarafsız ülkelerden dahi onlara geçici iltica sağlanmasına da-savaştan sonra tekrar Filistin’e yoğunlaşabilecekleri endişesiyle- engel olunmuştu. Nisan 1943’te örneğin İsveç, Almanya’dan 20 bin Yahudi çocuk kabul edebileceğini bildirmiş; ancak çatışmalardan sonra ABD ve İngiliz makamlarının onlarla ilgilenmesini şart koşmuştu. Bu güvence, 1943 sonuna kadar ertelenmiş, ondan sonra da Almanya-İsveç ilişkileri bozulmuştu. Romen ve Macar Yahudilerinin kurtarılması ile ilgili olarak ta buna benzer olanaklar doğdu. 1944 yılında İngiliz Yabancılar Bürosunun yüksek dereceli bir memuru, fırınlarda Yahudi ailelerini yanmaktan kurtarmak için Siyonistlerin baskısı nedeniyle plan üzerine plan yapmaktan bunalmış olarak, İsrail’in istikbaldeki dışişleri bakanına şöyle demişti: “Peki ama ya Almanlar bize bir milyon Yahudi’yi yıkmaya kalkışırlarsa o zaman ne yaparız?” Öte yandan Yahudi Ajansı ise, Anglo-Amerikan Araştırma Komitesine verdiği Memorandum’da şöyle diyordu: “Kuşku yoktur ki, bugün muhakkak ki on binler tutarındaki öldürülenler, Filistin’in kapıları açık olsaydı hayatta olabilirlerdi!”
Savaş nihayet bittiğinde, Avrupa’daki Yahudi nüfusu hemen hemen tamamıyla yok edilmişti; 6 milyon Yahudi öldürülmüştü ve pek azı sağ kalabilmişti. Fakat sağ kalanlara da Filistin’e giriş yasaktı. Zoraki tehcirler tekrar devreye sokuldu: Kıbrıs’a veya Almanya’ya… Savaşın bitiminden üç yıl sonra, İngiliz Manda döneminin sona ermesinden ve Yahudi Devleti’nin ilan edilmesinden altı ay sonra, Kıbrıs adasında dikenli tellerin ardında 12 bin Yahudi mülteci çok zor şartlarda hâlâ kaderini bekliyordu.
‘Struma’nın Karadeniz’in sularında batırılmasından birkaç gün sonra, tüm Filistin’de İbranice ve İngilizce olarak değişik bir afiş ortaya çıktı. Bu afişte şunlar yazılıydı: “CİNAYET: Filistin’in Yüksek Komiseri olarak bilinen SIR HAROLD MACMICHAEL, ‘Struma’ nın batırılmasıyla gemideki 800 sığınmacının katli nedeniyle aranmaktadır.”
Yahudilerden kaynaklı terör başlamıştı. başlamıştı. Bu terör, denizdeki terörden doğmuştu: boğulanların soluk almaya çalışan ağızlarından ve çırpınan ellerinin sağır-dilsiz yakarışlarından… Sürüklenen cesetler, ulusun âdeta kanını zehirliyordu! Sınırlı resmi tepkiler, fanatik askerlerin makineli tüfeklerinin takırtılarıyla karşılaşıyordu. Kanunsuzluk, Kutsal Topraklar’ın en üst yasası olmuştu.1
İngiliz yönetiminde bulunan Kıbrıs adasında 1950’li yılların başında olaylar başladı. Rumların EOKA adlı terör örgütü, adadan İngilizleri kovmak için İngiliz tesislerine saldırılar düzenledi. Bu örgüt, 1958’de her ne hikmetse o zamana dek Rumlarla bir sorun yaşamayan sivil Türk hedeflerine de yöneldi. 1959’da yapılan Zürich anlaşmaları ile iki milletli bir devlet kuruldu. Rumlar Yunanistan'la birleşmek olan Enosis, Türkler de taksim fikrinden vazgeçti. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan bağımsız Kıbrıs devletinin garantörü olacaktı. Ancak 1974 Temmuz’unda cumhurbaşkanı Makarios’a karşı darbe yapan EOKA-B Örgütü lideri, Nikos Sampson’a karşı İngiltere ve Yunan cuntasının desteklediği garantörlük yetkisini kullanmadı(!) Türkiye Ada’ya harekât düzenledi ve daha sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Günümüze dek Kıbrıs sorunu çözülememiş olup, müzakereler sürmektedir.2
Filistin meselesinde ve daha birçok eski kolonisinde olduğu gibi İngiltere, ardında yine birbirlerine düşman toplumlar ve çözümsüzlük bırakmıştı…
Kaynakçalar:
1 ”Promise and Fulfillement,, Palestine 1917-1949”, Arthur Koestler, 1949 Macmillan, London, S. 55-65.
2 “Uluslararası Politika Akademisi”, 24 /06/20