Türkiye’de başlayıp İsrail’de devam eden, mühendislikle başlayıp sanatla devam eden rengârenk bir hayat… Amatör başladığı tiyatronun yanı sıra müzik ve fotoğrafçılıkla da ilgilenen Yuda Siliki, sanatın hayatındaki yerini, iki ülkenin kültür ve sanat karşılaştırmasını Şalom’a anlattı.
Yuda Siliki, öncelikle okurlarımız için sizi tanıyabilir miyiz?
1951’de İstanbul’un Sirkeci semtinde doğdum. İlk ve ortaokulun bir bölümünü orada okuduktan sonra 1963 yılında Osmanbey’e taşındık. Ortaokulu bitirip Atatürk Erkek Lisesi Fen Bölümünden mezun oldum. Kafamda mühendis olmak vardı. I.D.M.M Akademisi Elektrik Bölümünde beş yıllık öğrenimden sonra taze bir elektrik mühendisi olarak yaşama atıldım. Derken askerlik zamanı geldi. Ankara Mamak’ta acemiliği yaptıktan sonra Etimesgut’ta Hava Kuvvetlerinde yedek subay olarak hem de mesleğimde hizmet verdim. Askerlik sonrası iş bulma sıkıntısı yaşayınca İstanbul Üniversitesi İşletme Enstitüsünde master yaptım. Sonrasında bir proje bürosunda proje mühendisi olarak 1980’e kadar çalıştım.
Türkiye’den ayrılma süreciniz nasıl oldu?
1980 yılının mayıs ayında hiçbir idealist neden olmaksızın, yaşamın tek düzeliğinden sıkıldığımdan İsrail’e geldim. Kolay olmadığı söylenen intiba dönemini çok keyifli geçirdim sayılır. Hatta ‘merkaz klita’ adı verilen göçmen yerleştirme yerinde bir müzik grubu kurmuştuk. Çeşitli ülkelerden gelenlerin, kültürler arası diyalogları gibi bu işin hem keyifli hem de kazanım sağlayan bir yanı da vardı.
Yeni bir ülkede iş hayatına adaptasyonunuz zor muydu? Nelerle karşılaştınız?
Hayır. Bilakis Türkiye’de aldığım eğitim (kuvvetli akım elektrik mühendisliği) İsrail’de aranılan bir vasıf olduğundan adaptasyon konusunda zorluk çekmedim desem yalan olmaz. İlk beş yıl özel bir şirkette projecilikte, daha sonra da 2015 Mayıs ayındaki emekliliğime kadar İsrail Elektrik Kurumunda çalıştım. Karşılaştığım önemli şeylerden biri meslek hayatında da yine çok kültürlülüğün dayanılmaz ilginçliğiydi diyebiliriz.
Anladığım kadarıyla sanata düşkünsünüz. Birden fazla sanat dalıyla ilgileniyorsunuz. Bu ilgi nereden geliyor?
Çocukluğumdan beri müziğe çok düşkündüm. Tüm sanat dallarına ilgi duymam içsel bir rastlantı.
Tiyatro, Dostluk Derneğinde başladığımız bir hobi diyebiliriz. Her şey 1977 yılında Dostluk Yurdu Derneğinde bir tiyatro grubu kurulması kararı ile başladı. Kimse bunun ileride gerek bir ekol olacağını tahmin edemezdi. Grubun başına, çocukluk yıllarından tanıdığım arkadaşım İzzet Bana getirilmişti. Başta işleri ciddiye almadıysam da daha sonra tiyatro yaşamımda çok önemli bir rol aldı.
Fotoğrafçılık ise 60 yaşına kadar eline fotoğraf makinesi almamış birinin heyecanı gibi. Eğer doğaya, onun sevimli ve çok renkli varlıkları olan kuşları izleme aşkına kapılmasaydım belki de bu sanat dalı ile hiç ilgilenmezdim.
İsrail’de Yahudi ve Arapların bir arada olduğu bir gruptaydınız. Bu grupta yaşadığınız en güzel anı neydi?
Grubumuz ‘Bustan Abraham’ 1992 yılında arkadaşım ve müzik prodüktörü Avşalom Farcun tarafından kuruldu. Amaç bu çok kültürlülüğün müziğini yaratmak ve o zamanlarda çok revaçta olan etnik müzik ya da dünya müziği tarzında ürünler yaratmaktı. Grupta Yahudi ve Arapların olması yanı sıra, üyelerin her biri de değişik ülkedendiler. Bu da müziği daha zengin kılıyordu. Grubun barışsal açıdan da sembol oluşu o zamanların kültür bakanının bizi birçok ülkeye sanat elçisi olarak göndermesini sağlamıştı.
Hiç formal müzik eğitimi almayan ve nota bilmeyen ben bu grupta üç besteye imza attım. ‘Kna’an’, ‘Suite for Daisy’ ve ‘Walla’ ilk iki albümde yer alan bestelerimdi.
Konserlerimizin açılış parçası genellikle ‘Suite for Daisy’ olurdu. 14. Asya Sanatları Festivali için Hong Kong’dayken ilk kez benim bestemle açmaya karar vermiştik. Pentatonik müziğe alışmış bu halkın bizi nasıl karşılayacağını merak ediyorduk. Benim için bu heyecan daha da fazlaydı, ilk sınav benim bestemdi. Sözün kısası parça bittiğinde 400 Hong Konglu ayağa kalkarak dakikalarca alkışladı. Bu, o ana kadar yaşamadığım bir duyguydu.
Dostluk Tiyatrosunda başladığınız sahne deneyiminizi şimdi de devam ettiriyorsunuz. Aradan geçen zamanı göz önüne aldığınızda tiyatroda neler değişti? İki kültürün tiyatrosunu karşılaştırdığınızda en bariz fark olarak neyi söyleyebilirsiniz?
Aslında iki kültürün tiyatrosu çok benzer yakınlıkta, ancak bugün globalleşmenin de getirdiği başka bir şikâyetim var. Hani trend diyoruz ya, işte hemen hemen her yerde tiyatronun sanatsal ve fikirsel yönü bir yana bırakılmış ve sadece eğlence olması amaç edinilmiş gibi sanki. Nasıl ki Chehov oynamadan tiyatro sanatçısı olunmazsa, sanki tiyatro seyircisi olmanın da bir eğitimi olmalı diye düşünüyorum. Tabi tiyatrolar da talebe göre oyun koyuyorlar. Oysa seyirci eve gittiğinde bir şeylerin aklında kalması gerekir diye düşünmüşümdür hep. Bu konuda Türk tiyatrosunun daha içerikli olduğu kanısındayım. En azından orada olduğum yıllar için bu böyleydi. İsrail’de de yine kültür çeşitliliğinin bir sonucu olarak bir yandan komedi müzikallerin yanı sıra sanatsal oyunlara da rastlamak mümkün, özellikle Rus göçmenlerinin kurduğu guruplarda. Stanislavski kültüründen gelen bu gruplar sahneye önemli eserler koyuyor. Ayrıca bir tiyatro dehası olarak gördüğüm Hanoh Levin’in de bu ülkeden çıktığını unutmamak lazım.
Doğaya yöneliş nasıl oldu? Bu kapsamda neler yapıyorsunuz?
Beş yıl önce İsrail’in kuzeyinde Agmon Ahula denen bir yere gitmiştim. Burası, aynı adla anılan Ahula Vadisinin ortasında, bir göl etrafına yerleşmiş doğal bir park; bir kuş cenneti.
Yaklaşık 2,5 saate tümünü gezmek mümkün. Size girişte dürbün veriyorlar. Daha kapıdan girer girmez diken kanatlı kız kuşları karşılıyor sizi. Bu parkuru yürüyerek, bisiklet ya da elektrikli küçük arabalarla yapabilmek mümkün. Çepeçevre gezinirken yolun ortasında üç değişik yerde gözetleme istasyonu var. Bu istasyonlarda yol gösteren, açıklama yapan görevli gençler olduğu gibi, gözetleme yapmanız için büyük sabit dürbünler de bulunuyor. Birçok çeşit ötücü kuş ve su kuşu görmek mümkündü.
İşte o Ahula gezisinden beri bende bir kuş merakıdır aldı… Öncelikle yaklaşık dört ayı aşkın bir araştırma sonucunda Türkçe – İbranice, 570 kuş çeşidini içeren bir kitapçık düzenledim kendime. Ardından daha da derine inerek kuşların mevsimlere göre konumlarını (status) (kışlayan mı, yazı geçiren mi, göçmen mi, yerleşik mi) ve dünyadaki nüfuslarının korunma durumlarını içeren çizelgeler hazırladım. Daha sonra da ver elini gezinmeye…
İlk aşamada kendime bir dürbün satın aldım… Öyle oyuncakçılarda satılan cinsten değil, profesyonel. Gördüğüm kuşları, renklerini ve boyutlarını elimdeki minik bir not defterine kaydediyordum ki bunun iyi bir yol olmadığını anlamakta gecikmedim. Bu da beraberinde bir profesyonel fotoğraf makinesi ve en azından 300 mm’lik zoom’lu bir mercek satın almayı getirdi. Benim gibi 60 yıl eline fotoğraf makinesi almamış biri, DSLR profesyonel makine, titreşimlere dayanıklı stabilizeri olan havan topu edasında bir mercekle tasavvur etmek bile komikken, kuş sevgisi ağır bastı ve bu ekipmanı da satın alıverdim… Tabi ki işin şıklığı için de her şeyi içine koyabileceğiniz bir de güzel çanta… Ancak bu fotoğrafçılık denen mesleğin ne teknik bir iş olduğunu ve epey öğrenmeyi gerektirdiğini de hemen anlayıverdim. İkinci bir mühendislik öğrenimi gerektiğini bilemezdim tabii…
Her ne kadar henüz çömez bir fotoğrafçıysam da, en azından belgeleme konusunda bana yararı olacağı düşüncesiyle yola çıktım ve böylelikle fotoğrafçılığa da başlamış oldum.
Ancak bu işin diğer yanı giderek doğaya yakınlaşmam oldu. Bir süre sonra bu evrenin minik bir parçası olduğunuzun bilincine varıyorsunuz. Din gibi bir şey bu. Saygı duymaya ve daha duyarlı olmaya başlıyorsunuz ve bunu başkalarıyla paylaşmak istiyorsunuz. Eğer çevrenizdeki birkaç kişide de aynı duyarlılığı sağlarsanız işte bir nebze bu evrene borcunuzu ödemiş hissedip mutlu oluyorsunuz. En önemlisi de bu zaten.
Sizi takip etmek isteyenler bunu nasıl yapabilir?
Fotoğraflarımı görmek isteyenler, Instagram’da silikiy hesabımdan çektiklerime ulaşabilirler. Bunun dışında sosyal medyayla ilgilenmiyorum. Blogum da yok. Ancak isteyen mail adresimden bana ulaşabilir: [email protected]