20. yüzyıl tiyatrosunun en önemli yazarlarından, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da çıkan ve gerek biçim, gerek içerik açısından yerleşmiş tiyatro kurallarına karşı çıkan Uyumsuz Tiyatro’nun kurucularından Samuel Beckett, 1962’de yazdığı ‘Play / Oyun’da “aşkın ebedi üçgeninin üç köşesi”ni ele alıyor. İnsanlık tarihi kadar eski, bildik, klişelerle dolu, bir öyküdür bu...
Orijinal prodüksiyonda sahnede, yakılan ölülerin küllerini koydukları cinsten -tabii ki çok daha büyük- üç küp, küplerin içinde sadece kafaları görünen üç kişi vardır; ortada adam, sağında karısı ve solunda metresi. Diğer ikisinin varlığının bilincinde olmayan, kendi varlıklarının ve yaşadıklarının dışında hiç bir şeyi fark etmeyen üç karakter, kısa ve kırık cümlelerle yaşadıkları üçlü ilişkiyle ilgili kişisel yorumlarını ve bakış açılarını anlatırlar.
2012’de Şahika Tekand Oyun’u İBŞT’de sahnelediğinde, dâhiyane bir yorumla üç katlı bir binaya çevirdiği sahnede, küplerinden çıkarıp daha beter bir hapishaneye, minik birer hücreye soktuğu karakterlerini beşe katlayarak, öykünün herkes tarafından yaşanabilirliğinin altını çizmişti.
Tekand, beş yıl sonra Oyun’un on beş kişisini, Studio Oyuncuları’nın sahnesinde Esat Tekand’ın tasarladığı, bu kez ancak oturulabilecek kadar sıkıştırılmış üç katlı hücrelere sokuyor.
20 yıllık çalışma sonucunda geliştirdiği Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemiyle yetiştirdiği 23 oyuncunun değişerek 15 karakteri canlandırdığı bu ‘oyun’ Tekand’ın yeniden düzenleyerek, Studio Oyuncuları’ndaki ve İBŞT’teki sahnelenişlerinden bütünüyle farklı bir anlatıma ve anlama kavuşturduğu, ışığın cümlelere hatta sözcüklere can verdiği, kimi zaman kestiği, parçaladığı, dekor ses, konuşma örgüsü ve ışığın birbiriyle bütünleştiği benzersiz bir çalışma.
Castlı olarak 15 kişiyi canlandıran Burcu Afşin, Huriye Aliefendioğlu, Ayşegül Cengiz Akman, Cansın Asarlı, Barış Bahçeci, Sıla Erkan, Mehmet Bahattin Genç, Burcu Ger, Ozan Gözel, İlknur Güneş, Nagihan Gürkan, Verda Habif, Betül İngin, Selen Kartay, Nesli Kayalı, Nazlı Deniz Korkmaz, Sema Mağara, Mehmet Okuroğlu, Özgür Özcan, Can Özmen, Tulu Ülgen, Onur Yar ve Berivan Yurtsever’in performansı müthiş.
Yazarın bu en ‘müzikal’ oyunu, Işık Masası Oyuncuları Damla Ahkemoğlu ve Nilgün Kurtar’ın orkestra şefliğinde, mekânın ve oyuncuların birer müzik aletine, konuşmaların besteye dönüştüğü ‘a capella’ bir senfonik şiire evriliyor.
Aslında, oyun başında ve aralarda sessiz çığlıklardan, her biri tek tek algılansa da, tamamının her türlü anlamı yitirerek koral bir bütünlüğe, benzersiz kanon’lara dönüşen sözcüklerden oluşan bu olağanüstü görsel işitsel töreni anlatmak mümkün değil.
Defalarca izlemek, Tekand’ın metodunun nasıl farklı harikalar yarattığını duyumsamak için de bir kez daha izlemek gerek. Her perşembe ve cuma Studio Oyuncuları’nda.
İngiliz usulü komşuluk ilişkileri:‘10, 11, 12’
1978’de Toronto’da doğan Jason Hall, Queen’s University, King’s College London, ve Royal Academy of Dramatic Arts’da eğitim almış genç bir tiyatro yazarı. Toronto, New York ve Londra’da sahnelenen ikisi kısa yedi oyun yazmış.
Halen Londra’da yaşayan Hall’ın bir daire satın alırken yaşadıklarından esinlenen oyunu ‘10,11,12 Third Floor’, Türkçeye Çağ Çalışkur tarafından ‘10,11,12’ adıyla kazandırılarak Craft Tiyatro repertuarına katılmış.
İpek Bilgin’in yönettiği, dekor ve ışık tasarımını Mehmet Yücebaşoğlu’nun üstlendiği, müşterek mülkiyet sahibi komşuların davranışlarına odaklanan güldürü, Londra’da bir apartmanın üçüncü kat giriş holünde geçiyor.
Özel imalat Mondrian paspaslı, göl manzaralı 12 numaralı dairede sakin bir yaşam süren genç kadın, havadan sudan konuşmaya, geyik muhabbetine hiç meraklı değil. Karşı 11 numaraya taşınan şamatacı, kimi zaman kaba saba, arada bir sarhoş genç adam, onun taban tabana zıttı. Sabırsızlıkla “bitirse da daireme girsem” diye bekleyen komşusunu tanımaya, ayaküstü laflamaya fazlasıyla meraklı.
Zamanla 11 ile 12 arasında, holü kokutan çöplerini kapıya bırakan 10 numaraya kızgınlıklarının da körüklediği, izleyicilerin beklentilerine karşın romantik ilişkiye değil, ilginç bir arkadaşlığa dönüşen garip bir dostluk oluşacaktır. Ancak, Hitchcock aşığı, ‘Arka Pencere’ ve ‘Marnie’ takıntılı 11’e, sanki bu gizemlerin gerçek yaşamda karşılığını vermek istercesine gelişen beklenmedik Hicthcockvari trajedi, bilinçaltındaki tüm paranoyaları su yüzüne çıkaracak, kırılgan arkadaşlığın temellerini sarsacaktır.
10,11,12, BBC Studio sitcom’larını anımsatan, ‘light’ bir eğlencelik. Birbirinden etkileyici, demir leblebi misali sert oyunların at başı gittiği bir sezonda, mevsimin en iç acıtan oyunu ‘Yen’in sahnelendiği Craft’ta, yılın en zor yer bulunan oyunu olmasının sırrı sanırım bu hafifliğinde. Yaşamadığımız sıkıntılı dönemde, fırtınalı gökyüzünde iki bulut arasından sıyrılan güneş ışını gibi içimizi ısıtan bir oyun.
Bilgin, tek kapalı mekânda geçen oyunu kısacık es’lerin ayırdığı bir dizi anekdot olarak, akıcı, tempolu, aksamayan bir sahnelemeyle aktarıyor. Tabii ki es’lerde sadece seyirciler soluklanabiliyor. Sanırım sahne arkasında, defilelerde yaşanacak cinsten hummalı bir faaliyet var. Günlerin geçişi, mevsimlerin değişmesi her sahnede değişen kostümlerle zekice belirleniyor.
Tabii ki yönetmenin büyük kozu, müthiş uyumlu bir ikili oluşturan, aralarındaki pozitif elektrikle oyunun iki adsız karakterini canlandıran Ezgi Mola ve Enis Arıkan’ın olağanüstü yorumları.
‘Vur/Yağmala/Yeniden’den sekiz yıl sonra tiyatroya parlak bir dönüş yapan Mola, umarım ki artık sahnelerle ekranları birlikte götürür. Arıkan’a gelince, her izlediğimde “yahu bu bizim Enis mi” diye şaşırdığım, ‘Kürklü Merkür’den beri sayısız benzersiz kişiliğe bürünen, yarattığı her karakteri içercesine özümseyen bir oyuncu. Tüm erdemleri bir yana 10,11,12, sadece bu ikili için bile görülmesi gereken bir oyun.
Barış Gönenen’in yeni sürprizi ‘Eve Dönüş’
“Not defterimi çıkarıp yazıyorum. Biz hepimiz, bütün insanlar ayakkabı giymeyi bırakırsak özgür olacağız. Bir kuş gibi.” Ayağı çıplak bir aylağın betona basma hikâyesi, bir ceviz ağacının ortadan ikiye kesilmesinin masalı… Zeynep, elinde feneri ile orman cinlerinin peşinde, yıldızların tepesinde bir kız çocuğu, aşkın geçtiği yollara düşmüş bir genç kız, dünyaya kapılarını kapamış bir kadın…
Barış Gönenen’i ilk kez ‘Kâinatın en Hızlı Saati’nde, 15’inde sevdiği kızı hamile bırakmış, bir başka erkek tarafından neredeyse farkında olmadan ve neredeyse kendi rızasıyla cinsel tacize uğrayacak bir genci yorumladığında keşfetmiştik. O zaman18-19 yaşlarındaydı; yaşından biraz büyük duruyordu ama oyunculuğu, beden dili, velhasıl her şeyiyle müthiş doğal bir on beşlik olmuştu. O kadar ki belirgin ve bol sakalına rağmen sakalının çıkmasını dilediğinde bizi henüz tüysüz olduğuna inandırıyordu.
Peşinden gelen ‘Limonata’, ‘Tetikçi’, ‘Küçük’, ‘Let’, ‘11:11’ ve ‘P*rk’ta her oyunda çıtayı yükselten, her karaktere kolaylıkla giren başarılı bir oyuncu olduğunu gösterdi. ‘Kabileler’deki olağanüstü yorumu ve ‘istila’nın rüya takımındaki performansı artık kuşağının en iyilerinden bir olduğunun göstergesiydi.
Barış’ın bir özelliği de alçak gönüllülüğü, herkesin tanıdığı, sevdiği, samimi, sımsıcak kişiliği. Eski okul arkadaşlarını yönettiği ilk sahnelemesinde, ‘Eve Dönüş’ adlı oyunun yazar hanesindeki Gnom adı sizi şaşırtmasın. Barış, her zamanki tevazuu ile oyunun yazarı olduğunu açıklamasa da, kendisini yazar olarak görmediğini söylese de, dört dörtlük, sağlam bir metin yazıp başarıyla yönetmiş.
Sami Berat Marçalı’nın tasarladığı boş bir sahnede üç kesik kütük. Her birine birer kız gelip oturuyor, Biri liseli, biri 8-9 yaşlarında çocuk, biri üniversiteye yeni başlamış. Kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Hem farklı, hem benzer öyküler. Ortak payda takıntılı sevgisiyle kızını boğan baskıcı bir baba. Oyun ilerledikçe üç ayrı kadının öykülerini değil, aynı kadının farklı zamanlarını izlediğimizi fark ediyoruz:
Öyküleri iç içe geçiren, anlatanların sırasıyla oynayarak kronolojiyi kıran metin başarılı kurguyla üç karakteri yavaş yavaş tek bir kadına indirgiyor. Oyunculuktan gelen yönetmenler, oyuncularından ne istediğini ve bunu onlardan nasıl alacağını çok iyi bilir. Barış Gönenen de, bu ilk yönetmenlik çalışmasında yazdığı metni sahneye başarıyla aktarıyor ve sahneye ilk kez çıkan ekibinden değme profesyonellere taş çıkartacak bir yorum alıyor. Kızlarda Ece Nur Ateş, İrem Yünsel, Tara Demircioğlu ve yaşamlarının değişik dönemlerine hayatlarına giren bütün erkekleri canlandıran Eren Çiğdem çok başarılı.
Yeni semalara bir başına kanat açarken Barış, yeteneğine inanarak sıfırnoktaiki yıllarından beri onu desteklemiş Sami Berat Marçalı’ya teşekkür etmeyi de unutmuyor.
Yetenekli bir oyuncunun bir o kadar yetenekli bir yazar-yönetmene dönüştüğü, hem metin hem sahneleme olarak başarılı, heyecan verici bir ilk çalışma. Eminim ki devamı da gelecek. 27 Mayıs Kadıköy Emek Tiyatrosunda.
ESKİŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI İSTANBUL TURNESİ’nde
Kâzım Sinan Demirer ‘Dost’
Kâzım Sinan Demirer, “Aşık Veysel Şatıroğlu’nun yüce nefesine adanmış” oyunu ‘Dost’u ilk kez 2009’da söylemeye başlamış. Uzun bir süre oynadıktan sonra dört sene ara vermiş ama, son zamanlarda artık rüyalarına da girmeye başlayınca tekrar sahnelemiş.
Demirer, proje tasarım ve uygulamasını derleyen Tolga Serim’le birlikte yaptığı tek kişilik oyunda Aşık Baba’nın yaşam öyküsünü onun ağzından anlatıyor. Ama ne anlatış!
Müthiş bir arşiv çalışması ürünü olan metin, Veysel’in yaşam öyküsünü şiirleri ve türküleriyle harmanlayarak benzersiz bir bütünlüğe erişiyor. Loş salona izleyicilerin arasından giren, seyircinin yardımıyla sahneye çıkan Demirer, sesi, sazı, şivesiyle anında Aşık Veysel oluyor.
Hikâye anlatıcılığıyla oyunculuğu başarıyla harmanlayan, müthiş etkileyici, her ayrıntısı derinlemesine çalışılmış olağanüstü bir performans. Bardağını doldururken kafasını yana çevirip kulağına yaklaştırarak doldurmasından, bastonunu, masasını, yatağını el yordamıyla arayışına, ufak tefek tökezlemelerine kadar benzersiz bir beden dili kullanımı.
Sinan Demirer’i 2014’te izlediğim ‘Özgürlüğün Bedeli’nin işkencecisi İzquierdo olarak anımsamasam karşımızdaki oyuncunun gerçekten de görmediğine inanabilirdim.
Ya Aşık Baba’nın sevecenliğine, alçak gönüllüğüne, dehasına gösterilen o sımsıcak saygı… Mustafa Kala’nın başarılı ışık tasarımı zaten loş olan sahneyi her türküde alaca karanlığa büründürüyor, oyuncu kendini iyice yokluğa çekerek Veysel’in dehasını öne çıkarıyor. Asılı olduğu duvardan aldıktan sonra sık sık öpüp başına koyduğu can yoldaşı sazını, bir kere bile yere değdirmiyor; çalmadığı zaman bir bebek gibi yatağına yatırıyor.
Sazını da sesini de çok iyi kullanarak her şiire her bir türküye kattığı Veysel değeri müthiş. “Bu türküde nefesinizi benimkine katın” dediğinde “ince uzun bir yol”u birlikte söyleyen seyirci oyunun sonunda öyle laf ola değil, heyecanla ayağa fırlayarak uzun uzun alkışlıyor. İzlenmesi şart bir çalışma. Sırf “dost” için bile Eskişehir’e gitmeye değer.
‘Aslan Asker Şvayk’
"Benim Şvayk’ım sokakta, bakkalda, otobüs şoföründe ya da bir işadamında görebileceğiniz bir yakınlıkta. Toplumdan biri olsun istedim. Oyuncu olarak arama mesafe koymadım Şvayk’la. O yüzden benim Şvayk’ım ne çok budala, ne de çok zeki; ne tuttuğunu koparan bir cengâver, ne de gerçekten çok büyük bir aptal. Ama hepsinden biraz var. Gerçekten savaşı çok isteyen, savaşın en ön safında olmayı arzulayan biri. Akrabalarım gibi, tanıdık, yakın olsun istedim..." Sermet Yeşil
1923’te 39 yaşındayken, I.Dünya Savaşı sırasında kaptığı tüberkülozdan ölen Çek yazar Jaroslav Hašek, savaşta tanıştığı çok sayıda karakterden de esinlenen altı ciltlik antimilitarist romanı ‘Aslan Asker Şvayk’ın dördüncü cildini bitirdiğinde, kötüleşen sağlığının romanı sonlandırmasına izin vermeyeceğini fark ederek oyun olarak yazmaya karar veriyor ama, onu da tamamlayamadan ölüyor.
60 dile çevrilen, sayısız kez sahnelenen, savaş çığırtkanlığıyla militarizmi hınzırca hicveden, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarını, anlamsızlıkları ve gülünçlükleriyle yerden yere vuran bu karanlık komedi, genelde bu bitmemiş haliyle sahneleniyor.
Eskişehir’de Yunus Emre Bozdoğan’ın yönettiği ‘Aslan Asker Şvayk’ın provaları sırasında, bu bitirilememişliğin sıkıntısını yaşayan ekip, prömiyere bir gün kala hem kendilerini hem de izleyicileri tatmin eden güçlü bir final oluşturmuş. O gün bu gündür Şvayk’ı bu tokat gibi finalle sonlandırıyorlar.
‘Aslan Asker Şvayk’, “Dünyanın yeniden paylaşıldığı bir savaşta, romatizmalı bacaklarıyla cepheye çağrılan, kendi tabiriyle budalalığı raporlanmış, geveze, sakar köpek satıcısı Şvayk, tüm saflığıyla emre uyar ve koltuk değnekleriyle cepheye varmak için yola çıkar. Cepheye ulaşma hikâyesi boyunca gevezelikleri ve budalaca davranışları yüzünden başına olmadık işler gelir. Ama hepsini geride bırakmayı başararak savaşın tam ortasında bulur kendini. Yalan söylemeden, korkmadan. Hep gülümseyerek… Fark edemez savaşın saçma sapanlıklarını, mantıksızlıklarını. Bilemez acısını. Oysa savaş her şeyin mubah olduğu yerdir. Kötüdür. Korkunçtur. Güzel olan hiçbir şey yoktur savaşta. Acı vardır. Korku vardır. Ölüm vardır. Ama bunları bilemez Şvayk. O düşman askerinin üniformasını giyerek, neler hissettiğini anlamaya çalışan bir askerdir. Düşman asker üniformasından insaniyet çıkaran budala bir askerdir.”(Sibel Arcan – Yönetmen Yardımcısı & Dramaturg)
Bozdoğan’ın epik tarza yakın sahnelemesinde her bölüm, arada üst ekrana yansıtılan Melek – Veysel Çelikdemir tasarımı nefis kum sanatı çalışmalarıyla ilan ediliyor. Dekor tasarımı Anıl Işık’ın, kostüm tasarımı Tülay Kale’nin, ışık tasarımı Ersen Tunççekiç’in; müzikler Fatih Veli Ölmez’in, koreografi Filiz Sızanlı’nın.
Mekânın, oyuncuların, müzik ve koreografinin birbirini benzersiz şekilde tamamladığı rejide
Ercüment Yılmaz, İsmail Dündar, Umut Bazlama, H. Tolga Tümer, İlkyaz Arslan, Özgün Can Karaburun, Ceyda Çınar Onbul ve Orçun Ertaman karakterden karaktere rahatlıkla geçerek çok başarılı bir toplu