Cumhuriyet’in mabedi

Son on yılda geldiğimiz noktada, her ideoloji kendi modernlik ütopyasını yeniden üretmeye yazgılı görünüyor. 31 Mayıs 2008’de perdelerini son kez kapayan Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul için de kederli bir öyküye dönüştü.

Esra CARUS Perspektif
7 Haziran 2017 Çarşamba

Esra Carus

 

 72 millet, kültür mozayiği, halkların kardeşliği, farklılıklarımızın zenginliği, barış, huzur, uzun zamandır bu sözleri duymuyor kulaklarımız. Herşeyin tek ve merkeze bağlandığı ölçüde ayakta kalabildiği bir düzenin içine daha da çekildik.

Cumhuriyet Tarihi’nin en tartışmalı hafıza mekânlarından biri olan Atatürk Kültür Merkezi hakkında, kamusal alan ve müştereklerimiz konusunu tekrara düşme sorumluluğunu da alarak yazıyorum bugün.

Bazı mekanlar var ki içinde yaşarken farketmediğimiz, anı depolarıyla orada öylece duran, önünden geçerken bir yığın özlemi harekete geçiren ve varlığını bilmenin konfor olduğunu, ortadan kalktıktan sonra anladığımız yerler… Yaşadığımız evler, sinema, pastane, asırlık ağaç, mezarlık…

Bir sanatçı olarak içine koşullanmış olduğum ilişkiler bağlamında yaşadığım kent benim sahnem, kimi zaman da bedenim oldu. Doğduğum kentin tarihi, mimarisi, çevre dokusu ve politik işleyişinden doğal olarak sürekli beslendim. Bugün şehrime yapılan haksızlıkları adeta bir uzuv kaybı gibi isyan ve acı içinde izliyorum.

AKM ve Taksim Meydanının devlet ideolojisinin simgesel değeri olan mekanları olduğu hepimizin malumu. ‘Cumhuriyet’in Mabedi’ olarak tanımlanan yapı, ilk günden itibaren saldırıların hedefi oldu. Gösteri mekanlarını kundaklamak konusunda sicili bozuk bir tarihe sahibiz maalesef.

Öyle bir müşterek alandı ki, İstanbul’da tüm kültürel dokuları kentlilik düzleminde birleştirebilmişti AKM. İsteyenin Devlet Senfoni Orkestrası konserine, dileyenin tiyatroya gittiği, üstelik öğrenci bütçesiyle kendisine yer bulabildiği ortak bir mekandı. Gündüz provalar akşam temsillerle, gece gündüz yaşayan tek kamusal alandı belki de İstanbul’da. O salonlar batının da doğunun da en değerli şeflerine, dünyaca ünlü sanatçılarına evsahipliği yaptı. Kemani Tatyos’tan, Saadettin Kaynak’a, Bela Bartok’tan Wagner’e kadar nice büyük ustanın eserleri icra edildi.

Harika konserler, opera, bale gösterileri, öncü sergiler, filmler, oyunlar izledik yıllarca. Buluşma noktası olmaktan, yüz akı, çağdaş bir yapı olmasına kadar önemi de cabasıydı.

Ancak böyle binalarda hatıralarınız yoksa, bu tür kültür yapıları yok hükmündedir. Türk filmlerinden hatırlarız; Sarayburnu’ndan yumruğunu havaya sallayıp, “Seni yeneceğim İstanbul!” diye bağıran taşralı genç, soluğu İMÇ (ki burası da yıkım tehdidi altındadır) yerine AKM’de almış olsaydı bu şehrin geçmişiyle bir kavgaya girişemezdi sanırım. Göçle köklerini kaybetmiş ve kentin tarihsel, kültürel birikimiyle bağ kuramayan insanların manevi boşluğunu inanç tacirleri doldurmamış olurdu bugün.

Oysa ki Nevzat Atlığ’ın yönettiği Klasik Türk Müziği Korosundan Ramazan’da Acemaşiran Ayin dinlemeye giden kentli Müslümanlar, bunu ibadetlerinin bir parçası sayardı. Buraya kadarı işin duygusal kısmı, gelelim gerçeğin diğer yönüne.

Ortak alanı yaratacak ve yaşatacak olan kamunun ta kendisi olmalı

Özgür tartışma ortamı olmadan, tüm bileşenlerin rızası alınmadan, anlamlı ve kalıcı bir sonuç elde edilebilir mi? Buna her özel gün veya kutlama öncesi, toplanma ve gösteri hürriyetleri konusunun tartışılmasını örnek gösterebiliriz.

AKM konusunda adeta yıkmak isteyenin de yıktırmayanın da güç savaşına dönen süreçte, kamunun zararı en az tartışılan konu oldu.

Bugün çöküşünü izlediğimiz Modernleşme Projesi, 20. yüzyıl boyunca batılı olmayan bir dünyada, aslında devlet merkezli ütopyanın hayata geçirilmesiydi. Modernlik, aydınlanmanın, ilerlemenin, hümanizmin, laikliğin, demokrasinin, sosyalizmin ve ulusalcılığın evrenselliği üzerinden yeni doğan ulusların ülküsüydü. Türkiye’de de modernizmin idealist, ütopyacı vizyonu, laik ve ilerici bir ulus devlet imgesiyle bütünleşerek, tüm yerel dinamikleri kamusal alanın dışına itmişti.

Bu konuda mimar Korhan Gümüş şöyle diyor: “...Milli devletin teşekkül etmiş kimlikleri dışlayarak, modernizmi ‘hiçliğin temsili’ üzerine kurma deneyimi, sonuçta devleti başka bir neo-klasik kimliğe taşır. Bütün sivil toplulukların kimlik inşa süreçleri, eğitim, din, sanat gibi, özel alana izole edilmeye çalışılır. Ortak alan ise çoklu kimliklerin karşılaşma alanı değil, bürokrasinin alanıdır...”

Bugün bir dönemin ve hukukun yıkımını izliyoruz, bunun nedenini öncelikle üçüncü dünya modernleşmesinin başarısızlığında aramak gerekir.

Atatürk Kültür Merkezi işte bu nedenle sadece şehirli, endişeli modern ve laiklik hassasiyeti yüksek bir grubun meselesi olageldi. Aslında topluluklar arasında böyle bir gerilim olmadığı halde; İstanbul’un yeni sakinlerinin dışlanmışlık hissiyatını temsilen, eski sakinlerinin geçmişini değersizleştirmeye dönük icraatın birinci dereceden tanığıyız.

AKM’nin Doğu Bloku iması yapacak biçimde yıpranmışlık ve deprem güvenliği gerekçesiyle yıkımı meşru hale mi getirilmek isteniyor? Tıpkı Paket Postanesinin otuz yıldır boş tutularak bir gecede yıkılması gibi.

2007 yılında, 10.Uluslararası İstanbul Bienali kapsamında sergileme mekanı olarak kullanıldı yapı. Hou Hanru küratörlüğünde gerçekleşen bienalin başlığı ‘İmkansız Değil Üstelik Gerekli, Küresel Savaş Çağında İyimserlik’ idi.

 

 

AKM bienal mekanlarından biriydi

Hatırlanacağı üzere, AKM bienal mekanlarından biri olarak seçilmişti ve aralarında Vahram Aghasyan, Nina Fischer, Emre Hüner, Xu Zhen, Lee Bull gibi on altı sanatçının işlerine yer verildi.

Hanru bu bienalde, çağdaş sanatı kentsel gerçeklikle kaynaştırmayı amaçlamıştı. Dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçılarla, bir anlamda küresel deneyimlerle ilişki kuruldu. Eleştirel bir vizyonla sanatsal müdahalede bulunarak, binayı halka yeniden tanıtmak üzere yapıtlar sergilendi.

Küratör, 2000’li yılların getirdiği savaşları sıralayarak, modernliğin hâlâ bu bağlamda sömürgeci güçlere karşı özgürleştirici bir model olup olamayacağını tartışmaya açmak istemişti. Bu mekanın sergi başlığı ise ‘Yakmalı mı? Yakmamalı mı?’ idi. İstanbul’da yaşayanlara yöneltilmiş bir soruydu bu, kentliyi karar süreçlerine davet ediyordu. Sergilenen işlerden Xu Zhen ve Nancy Davenport adlı sanatçıların çalışmaları çok etkileyiciydi. 

Çinli sanatçı Xu Zhen, AKM giriş holünde sergilenen ‘8,848-1,86’ adlı işiyle, kara mizaha yaklaşan sözde bir belgesel ve yerleştirme yaparak, Everest’in zirvesini ayağımıza getirmişti. Belgesele göre Xu Zhen 2005 yılında bir ekiple Everest’in zirvesine tırmanmıştı. Zirvenin 1,86 metrelik tepe kısmını kesip getiren ekibin macerasını AKM’de sergilemişti. Yerleştirmede, sürecin bir videosunun yanı sıra dağın 1,86 metrelik zirvesi, fotoğraflar, metinler, tırmanış için gerekli malzemeler ve dağı kesmek için kullanılan aletler de yer alıyordu.
Zhen bu inandırıcı belgeselle, gerçekle inanç, bilim ile doğa, kurallar ile sınırlar arasındaki dengelerin hassasiyetini sorgulatmak istemişti izleyicisine.

Sanatçı Nancy Davenport ise ‘Apartmanlar’ adlı işinde, mekanların politik anlamları üzerinden video ve fotograflarını sergilemişti.

Özellikle de 1970’lerin başında inşaa edilmiş modern yapıların benzerleri üzerinde kurguladığı işlerini; bazı radikal olayların (Münih rehine krizi, İkiz Kuleler’e saldırı gibi) gerçekleştiği yerleri imleyerek, terör saldırılarına atıfta bulunuyordu. Bu geçmiş zaman haberlerini çağrıştıran mekanları kullanarak, aslında hiç kimsenin evinde güvende olmadığını ve şiddetin her yere yayıldığını anlatmak istiyordu sanatçı. Travmatik deneyimlerden sonra olayın geçtiği yapılarda zaman durur ve mekansal bellek artık o son hikayede asılı kalır.

Son on yılda geldiğimiz noktada, her ideoloji kendi modernlik ütopyasını yeniden üretmeye yazgılı görünüyor. 31 Mayıs 2008’de perdelerini son kez kapayan Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul için de kederli bir öyküye dönüştü.

Dileğim toplumsal barışımız için, AKM’nin samimi bir iletişim ve akılcı kararlarla yeniden eski günlerine kavuşması, bu imkansız değil, üstelik de gerekli

AKM’nin tarihçesi

Yapımına Fransız mimar Auguste Perret’nin projesiyle 1946’da başlandı. 1969’da tamamen bitti, o yıl şaibeli bir şekilde yandı. Mimar Hayati Tabanlıoğlu yangından sonra projeyi üstlendi ve yapı 1978’de yeniden hizmete açıldı.

Kamusal alan ve müştereklerimiz, kent paydaşlarının devletle arasındaki en çekişmeli konular olageldi. Bu yapı, şehrin yeni meydanının yani Taksim’in simgesi olarak tasarlanmıştı. Türkiye’nin batılılaşma sürecinde, opera, bale vb. sanat alanları ancak devlet elitinin himayesinde yaşayabiliyordu. Çünkü ülkenin mevcut piyasa ekonomisi yüksek sanatların gelişmesine imkân tanımıyordu.

Ancak bu devlet eliti, Anadolu insanının da kültürel hayatını ihmal etmedi. Kapatılan Köy Enstitüleriyle, Aşık Veysel gibi yerel değerleri keşfedip yerinden bir oluşumu da desteklemişti.

Birkaç kuşağın uğrak yeri oldu AKM. Altyapısı ve mimari özellikleriyle 2007 yılında 1.Derece Kültür Varlığı olarak tescil edilmişti. Herhangi bir proje olmadan sözde restore edilmek üzere 2008 yılında kapatıldı. 2009 yılında Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu mimar Murat Tabanlıoğlu, gönüllü olarak bir yenileme projesi hazırladı. Tam uygulamaya başlanacakken, “Üzerine restoran yapacaklardı, mahkeme kararıyla engelledik” gibi bir açıklama ile durduruldu. Bu süreçte AKM’nin, sahne sistemleri ve salonlarının mimari özellikleri açısından dünya standartlarında, hatta en iyi yapılardan biri olduğu ortaya çıkmıştı. Yapının nasıl bir restorasyondan geçirilmesi gerektiği hakkında yıllarca özveriyle çalışıldı, araştırmalar yapıldı ancak meslek örgütlerinin de tüm çabaları boşa çıkarıldı.

Örneklerini II. Dünya Savaşı öncesinde tüm baskıcı rejimlerden de bildiğimiz üzere kent ve mimarlık konuları, otoriterleşme araçları olarak milli kültür oluşumuna hizmet eder. Ancak kamusal alanın işlevlerini yönetmek konusundaki deneyimlere bakıldığında pek de sürdürülemez olduklarını biliyoruz bugün.

 

 

Kaynakça: • Korhan Gümüş, Arkitera, 3 Şubat 2014 - 19 Aralık 2016

• Hou Hanru, 10.Ulusladarası İstanbul Bienal Kataloğu

Görseller: • İKSV Bienal Arşivi

• Salt Araştırma, Hayati Tabanlıoğlu Arşivi