Avustralyalı ödüllü aktris Nicole Kidman, Cannes Film Festivalinde ikisi ödül kazanan dört filmle yer aldı. İkisi ana yarışmada olmak üzere festivalin dört filminde başrol oynayan Kidman’ın performansı Cannes Jürisi tarafından ‘70. Yıldönümü Ödülü’ ile taçlandırıldı.
Klasik bir romandan alınan remake ‘The Beguiled’ ile Sofia Coppola Cannes tarihinde En İyi Mizansen Ödülü alan 2. kadın yönetmen oluyor. Amerikan İç Savaşı sırasında yaralı bir federasyon askerini tedavi eden yedi Güneyli kadının öyküsü, gerilim tansiyonu yüksek bir sinema diliyle anlatılmış. Coppola dönemin atmosferini yansıtmada da çok başarılı. Nicole Kidman’ın ana yarışmada yer aldığı 2. film ‘The Killing of a Sacred Deer’, yönetmeni Yunanlı Yorgos Lanthimos’u En İyi Senaryo Ödülü’ne ortak etti. Filmografisinin karakteristiği olan tekinsiz bir dünya inşa etme alışkanlığını sürdüren Lauthimos yine kara mizahtan besleniyor. Tıpkı ‘The Lobster’de olduğu gibi, başrolü Colin Farrell’ın oynadığı, İngilizce sözlü, gerçeküstü öykülü film bir Yunan trajedyası şeklinde sunulmuş.
Nicole Kidman ana yarışmanın ödüllü iki filminde başrolü oynadı: Sophia Coppola’nın ‘The Beguiled’ ve Yorgos Lantimos’un ‘The Killing of a Sacred Deer’.
Ayrıca Cannes’da ‘70. Yıldönümü Özel Gösterimi’ bölümünde yer alan, Jane Campion’un Ariel Kleiman’la müştereken yaptığı ‘Top of the Lake: China Girl’ ile yarışma dışı gösterilen John Cameron Mitchell’in ‘How to Talk to Girls at Parties’ filmlerinde Nicole Kidman başroldeydi.
Bu son filmindeki partneri, ‘The Beguiled’deki gibi Elle Fanning idi.
KADINLARIN ARZU NESNESİ ASKER
İkisi ana yarışmada olmak üzere festivalin dört filminde başrolü oynayan Nicole Kidman’ın performansının jüri tarafından ‘70. Yıldönümü Ödülü’ adı altında taçlandırılması yerinde bir karardı.
‘The Beguiled’ yalnız Kidman’a değil, senarist-yönetmeni Sofia Coppola’ya da En İyi Mizansen Ödülü’nü getirdi. Cappola ülkesine döndüğü için ödülünü alamadı. Bir video göndererek, Kapanış Galasındaki dev ekranda duygularını dile getirdi.
Ödül dağıtımı sonrası jürinin yaptığı basın konferansında, jüri üyesi Alman kadın yönetmen Maren Ade bu tercihlerini şöyle açıkladı: ‘Sinema endüstrisinin tümüne erkekler hakim. Kadınlar kendilerine daha fazla fırsat verilmelerini hak ediyorlar. Onlardan biri olan Sofia Coppola bu akşam burada aldığı ödülle Cannes’da Mizansen Ödülü’nü kazanan ilk kadın yönetmen oldu.’
Maren Ade yanılıyordu, zira bu ödülü Yuliya Solntseva, ‘The Chronicle of Flaming Years’adlı filmiyle alan ilk kadın yönetmen olmuştu.
Sofia Coppola ‘The Beguiled’ile Güney Afrikalı yazar Thomas P. Cullinan’ın 1966 tarihli klasikleşmiş romanını kadın gözüyle yorumluyor. Coppola, bizde ‘Kadın Affetmez’başlığıyla afişlere çıkan Don Siegel’in 1971 tarihli filminin remake’ini yaptığını kabul etmiyor.
O filmin, Amerikan İç Savaşı sırasında, 1964 yılında Virginia’da geçen romanın, bir askerin gözünden kadınların dünyasına baktığını söylüyor.
Basın konferansında Coppola “Ben filmimde tersini yapmayı denedim” dedi. Western türünde işlenen ilk filmde Clint Eastwood’un canlandırdığı yaralı bir federasyon askeri, Güney’deki bir kız yatılı okulunun sakinleri tarafından kurtarılıyordu.
Aralarında üç kız çocuğunun bulunduğu yedi kadının tedavi ettiği asker çok geçmeden kadınların arzu nesnesine dönüşüyordu. Colin Farrell’in canlandırdığı asker, kendisine göz koyan kadınları bölüyor, filmin muhteşem finalinde yedi kadın fikir birliğine vararak radikal kararlarını uyguluyorlar.
Sığınmacı asker ile kadınlar arasındaki gerilimi müthiş bir tansiyon ile perdeye taşıyan S.Coppola, dönem atmosferini yaratmada da çok başarılı. Kostüm ve sanat tasarımcıları, nefis fotoğraf çalışmalarıyla Fransız görüntü yönetmeni Philippe Le Sourd, Coppola’nın eşi olan Thomas Mars’ın müzik partisyonu, uyumlu bir oyuncu kadrosu mizansene katkıda bulunuyor.
GOTİK ESTETİKLİ KLOSTROFOBİK ATMOSFER
Güneyin görkemli bir malikanesinin gotik estetik atmosferini yansıtan kusursuz mizanseniyle, Coppola Cannes’daki yarışmanın dekoratif tasarım açısından en başarılı filmine imzasını attı.
Okul müdiresi Martha’nın (Nicole Kidman) yaraların tedavi ettiği er Mc Burney’e (Colin Farrell) öğretmen Edwina (Kirsten Dunst) göz koyar. Seksüel gerilime, genç ve güzel öğrenci Alicia (Elle Fanning) dahil olunca skandal patlar. Çocuk öğrencilerden birinin bulduğu çözüm yolu yedi kadını birleştirir. Kangren tehlikesi geçirdiği için bacağı kesilen Mc Burney’in yazgısını kadınlar tayin edecektir.
Coppola kariyerinin ilk filmi ‘Virgin Suicides’da (1999) bir evde tutsak edilen bir grup kadının öyküsünü anlatmıştı. Son filminde roller değişiyor. Bu kez erkek arzu nesnesine dönüşüyor.
İrlandalı aktör Colin Farrell, tümü başarılı kadın oyuncular arasında eziliyor. Kristen Dunst ve Elle Farning gibi eski oyuncularıyla çalışmayı sürdüren Cappola ‘her role eldiven gibi uymayı beceren’bir aktris olan Nicole Kidman’dan verim almada çok başarılı. Bir tiyatro oyununda olduğu gibi, bir evin dört duvarı arasında geçen bir konuyu klostrofobik bir atmosfer içerisinde, ilgiyi sürekli ayakta tutarak aktarmada Coppola çok başarılı.
Don Siegel’in filminde Geraldine Page’in oynadığı Martha rolünde, otoritesini, kararlılığını, liderlik potansiyelini, soğukkanlılığını yansıtmadaki ustalığıyla Nicole Kidman öne çıkıyor. Kidman Cannes’a yabancı bir oyuncu değil. İlk kez 1992’de Ron Howard’ın ‘Far and Away”i ile festivale gelen Avusralyalı aktris, vatandaşı Baz Luhrmann’ın ‘Moulin Rouge’filmiyle 2001’de, Lars von Trier’in ‘Dogville’i ile 2003’te. Lee Daniels’in ‘The Paperboy’ile 2012’de yarışmaya katıldı.
Kidman’ın yarışma dışı katıldığı Cannes filmleri arasında, Gus Van Sant’in ‘To Die For’i (1995), Philip Kaufman’ın ‘Hemingway and Gellhorn’u (2012) ve 2014 festivalinin açılışını yapan, Olivier Dahan’ın ‘Grace of Monaco’su (2014) var.
PSİKOPAT ÇOCUK KARAKTERLERE ALTIN PALMİYE VERİLSEYDİ
Yunan sinemasında Theo Angelopoulos’un tahtına aday gösterilen Yorgos Lanthimos festivallerin gözde yönetmeni. Oscar’a aday gösterilen, Cannes 2009’da belirli Bir Bakış Bölümünün En İyi Filmi seçilen ‘Köpek Dişi’ başyapıtı ile uluslararası şöhreti yakalayan Lanthimos, iki yıl sonra Venedik’te ‘Alps’ ile En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandı.
2015’te ‘The Lobster’ ile Cannes’da Jüri Ödülü sahibi olan yönetmen En İyi Senaryo dalında Oscar adayı oldu.
Bu yıl yine ‘The Lobster’de olduğu gibi İngilizce ve uluslararası bir oyuncu kadrosuyla yaptığı ‘The Killing of a Sacred Deer’ ile Yunanlı yönetmen, Lynne Ramsay ile En İyi Senaryo Ödülü’nü paylaştı.
Lanthimos ödülünü almak için sahneye yalnız çıktı, ancak basın konferansında: ‘Son dört filminin senaryolarını Efthymis Filippou ile müştereken yazdık. Bir filmi bitirir bitirmez birlikte yeni projemizi düşünürüz. Küçük bir fikirden yola çıkıp, onu geliştirmeye ve derinleştirmeye çalışırız. Filmimin eleştirilerinden pek hoşlanmam. Ancak doğru ve dürüst eleştirilerden ders çıkarmak adına, negatif eleştirileri zaman zaman okuyorum’ dedi.
Filmografisinin karakteristiği olan tekinsiz bir dünya inşa etme alışkanlığını bu son filminde de işleyen Lanthimos, kara mizahtan beslenme alışkanlığını sürdürüyor.
Bir açık kalp ameliyatı sırasında, yakın plandan çekilmiş atan bir kalp sekansıyla başlayan film, bizlere kahramanımızın çok ünlü bir cerrah olduğu söylüyor. Saygın operatör Steven Murphy (Colin Farrell) başarılı geçen ameliyat sonrası kanlı eldivenlerini, maskesini ve ameliyat önlüğünü çöpe atar.
Görünürde, güzel doktor karısı ve iki çocuğuyla, görkemli bir villada sakin ve müreffeh bir hayatı olan Steven’ın bazı takıntıları olduğunu öğreniriz.
Örneğin karısı Anna (Nicole Kidman) ile seks yapması için, kendisinden ölü taklidi yapar gibi, sırt üstü, hareketsiz yatmasını şart koşar.
Himayesine aldığını sandığımız Martin (Barry Keoghan) adlı bir gence fazla vakit ayırıyor, onu ailesine tanıştırıyor, dul annesinin yemek teklifini kabul ediyor.
Martin’in doktorun kızını baştan çıkarmasından, kendisinin annesiyle iyi bir çift oluşturduklarını söylemesinden, bir gizli ajandası olduğunu anlıyoruz. Babasının, Martin’in sarhoşken yaptığı bir ameliyat sırasında öldüğünden emindir. Karşılığında Martin’den ailesinden birini kurban vermesini talep eder. Gündelik hayatlarına girip ailesine çok büyük zarar vereceğini gören doktor, radikal bir karar almak durumundadır. Bu gerilimli filmin, gerçeküstü ama etkileyici finalinde taşlar yerine oturur. Cannes filmleri arasında ‘psikopat çocuk karakterleri’ne bir Altın Palmiye verilmesi adeti olsaydı Martin’i oynayan Barry Keoghan ile Haneke’nin ‘Happy End’inde nörastenik annesini uyku haplarıyla zehirleyip öldüren Eve’i canlandıran Fantine Harduin bu rolü paylaşan çocuk oyuncular olurlardı.
Filmin en çarpıcı sekansında, Martin babasının ölümünden sorumlu tuttuğu cerrahı ailesinin üç bireyinden birini öldürüp diğer ikisini kurtarabileceğini bildiren sert ültimatom sahnesiydi. Bu kapkara gerilim filminde, ölümcül bir intikam komplosuyla karşı karşıya gelen doktorun, Sophie’nin seçimi gibi bir seçim yapıp, ailenin iki ferdini kurtarmak için üçüncüsünü feda etmesi gerektiğini görüyoruz.
Senaryosunu yazarken Euripides’in bir trajedisinden etkilendiğini söyleyen Lanthimos, filmini bir Yunan trajedyası şeklinde sunuyor.
Aile içi katliam temasını da, Stanley Kubrick’in ‘The Shining’ başyapıtından ödünç almışa benziyor. Burada batı toplumunun yaşadığı suçluluk duygusu ve bunalıma alegorik bir benzetme var.
Bu beşinci uzun metrajlı filminde Lanthimos ‘The Lobster’deki aktörü Farrell ile işbirliğini sürdürüyor. Müthiş İrlandalı aktör Barry Keoghan’ı, yakında Christopher Nolan’ın iddialı son filmi ‘Dunkerque’te izleyeceğiz.