Joseph Mandrowitz, 1923 yılında, Polonya’nın Czemierniki köyünde dünyaya geldi. Şimdi New Jersey’de yaşıyor. Auschwitz’e ikinci kez gidişinde yanında ikinci kuzeni de vardı. İşte, kendi ağzından Mandravitz’in hikayesi.
Bin kişilik Yahudi nüfusuyla, küçük bir Polonya köyü olan Czemierniki’den götürülene kadar, orada sakin ve huzurlu bir yaşantımız vardı. Tam ortasında bir meydanı olan köyde, tipik bir Yahudi hayatımız vardı. Babam kunduracı, annem ise kadın terzisiydi. İkisi de yoğun bir biçimde çalışırlardı.
Antisemitizm her zaman vardı ama oldukça zararsızdı. Katolik okullarda okuyan çocuklar, biz Yahudi okuluna giden çocuklara, “Yahudiler, İsa’yı öldürdüler” diyerek alayla sataşırlardı.
Okuldan sonra erkek terzisi olarak yetiştirilmiştim. Evimizden çıkartılmadan dört ay önce, bir Nazi subayının emriyle kendimi evimden 4 mil uzaklıktaki bir çiftlikle çalışırken buluverdim. Mayıs 1943 tarihinde, bir gün çiftlikte hepimizi sıraya dizdiler ve ceplerimizi boşaltmamızı istediler. Cebinden bir tek zloti (Polonya para birimi) bile çıkanlar, oracıkta hemen kurşunlanarak öldürüldüler. Bizi 19 mil uzaklıkta bulunan Majdenek Kampına naklettiler. Burası tek kelime ile bir işkence kampıydı. Beş yüz metre öteden, cesetler, kollar, bacaklar, kafalarla dolu hendekler hemen göze çarpıyordu. Dört hafta sonra Auschwitz’e nakledildik. Oraya bir sabah çok erken saatte varmıştık. Bize bir yatak verdiler. Dezenfekte olmamız için gerçek bir duşla yıkandık. Sonra saç ve sakallarımız tıraş edildi. Çizgili, gri mahkûm üniformaları giydikten sonra kollarımıza numaralarımızı dövme ile kazıdılar. Sol koluma kazınan numara 128164 ile artık bir adım yoktu, sadece numara ile çağrılıyordum.
Buna’ya gidiş
Oradan, Auschwitz’in bir yan kampı olan Buna’ya nakledildim. Orada çalışmaya başladım. Oradayken, birkaç ay sonra, yürürken az ileride topraktan çıkan birkaç domates gördüm. O kadar açtım ki onları kopardım ve yemeğe başladım. Bunu gören Naziler beni ölesiye dövdüler. Nasıl ölmediğime hâlâ inanamam. O dayağın izlerini bu gün hâlâ bedenimde taşıyorum. Beni hastaneye götürdüler. Oradayken esas kuralı öğrendim. Eğer 4-5 gün içinde iyileşemezsem, doğrudan Birkenau’daki gaz odalarına gönderilecektim.
O sırada 20 yaşındaydım. Boyum 1.70’ti ve sarışındım. O kadar dayak yememe rağmen hâlâ yakışıklı sayılırdım. Hastanedeki günlerim bitince beni gaz odalarına gönderdiler. İşte orada Dr. Mengele ile karşılaştım. Bana neler olduğunu sordu. Ben de, “Görüyorsunuz, beni çok şiddetli dövdüler” dedim. Mengele beni gaz odalarına göndereceği yerde, tekrar hastaneye geri gönderdi. Muhtemelen işçi olarak benden daha fazla yararlanabileceğini hesaplamıştı. Bir erkek terzisi olarak yetiştirildiğim için, beni terzilik işinde kullanmaya karar verdi. Askerler hastanede bana iyi davranıyorlardı. Gerektiği zaman formalarını tamir ediyordum. Bunun anlamı, sabahın çok erken saatinde incecik mahkûm forması ile dışarı çıkıp, çalışmak zorunda olmamaktı. Yani bir deyişle, erkek terzisi olmak, şimdilik hayatımı kurtarmıştı.
Mengele’ye doktor diyorlardı ama o doktor olmaktan ziyade bir ordu generali gibiydi. Aslında bir insan müsveddesiydi. Onun gözlerinin içine bakmak beni her zaman çok korkuturdu. Onu gün içinde birkaç kez görürdüm. Aylarca onu ve himayesindeki 152 Yahudi’yi devamlı görürdüm. Onları tıbbi araştırmaları için kobay olarak kullanırdı. Bir gün bu deneylerden birini bende de denedi. Kolumdan kan aldırıp, kalçama zerk etti. Aklından neler geçiyordu hiç anlayamadım.
Nedir ki hayatımı ikinci kez yine o kurtardı. Beni ve kobayları olan 152 kişiyi gaz odalarına gönderecekleri gün, sadece benim ve Selanikli bir erkek çocuğun ölüme gitmesine mani oldu. Bu sayede hayatta kalabildim. Ama sakın ona hayran olduğum sanılmasın. O, nefret dolu bir insandı. En başta kendinden nefret ediyordu. Daha sonra da herkesten, özellikle etrafındaki herkesten.
Ölüm yürüyüşü
1944 yılında, Birkenau’dan, Oranienburg’a ve ardından Buchenwald’a ulaşan bir ölüm yürüyüşüne çıkarıldık. Oraya varınca bir taş ocağına götürüldük. Dağları matkapla deliyor ve saklı bir şehir yaptırmak istiyorlardı. Her gün oraya gider ve yürüyerek Buckenwald’a dönerdik. Yolda tökezleyenleri ve yürümeye takati olmayanları, ateş edip oracıkta öldürürlerdi. Bir süre sonra büyük trenlere binip, Rusların tahrip ettikleri demiryollarından, Terezin’e’ a nakledildik. Bu yolcukta, 17 gün boyunca ne yemeğimiz, ne de suyumuz vardı. Hiçbir şeyimiz yoktu. Buna rağmen ben diğerlerine rağmen, çok daha iyiydim. Hâlâ yardım almadan sığır vagonlarına tırmanabiliyordum.
9 Mayıs’ta, Terezin’de Rus orduları tarafından kurtarıldık. O sırada tifüs hastalığından yatıyordum. Haftalarca hasta yattıktan sonra nihayet özgürlüğüme kavuşmuştum.
Başka dönecek bir yerim olmadığı için köyüme dönmeye karar vermiştim. Ama köyümüzün bin kişilik Yahudi nüfusundan geriye sadece 8-10 kişi kalabilmiştik. Bazı insanlar benim oraya dönmemi doğru bulmuyorlardı. Çünkü Polonyalılar geri dönenlere çok kötü davranıyorlardı. Hatta söylediklerine göre, savaştan önce orada terzilik yapan bir kadın ve kocasını, evlerine dönüp, yeniden yerleşmek istedikleri için öldürmüşlerdi. Hayatta kalan 10 kişiden ikisi bu çiftti.
Annem, babam, iki erkek kardeşim, iki kız kardeşim, iki kız yeğenim, iki erkek yeğenim, bir teyzem ve bir amcam, hepsi de Treblinka’ya götürülmüşler ve katledilmişlerdi.
1993 yılında son kez Czermierniki’yi ziyaret ettim. Onca yıl geçtikten sonra, orada hâlâ bir Yahudi izi yoktu. Ne aileme, ne de Yahudi yaşamına ait bir iz…
Hatta dedemin yattığı eski mezarlık bile dümdüz edilmişti. Sinagogun yerinde yeller esiyordu. Oradaki kilisenin papazına, mezar taşlarının ne olduğunu sorduğumda, taşların inşaatlarda kullanıldığını söyledi.
Amerika’ya gidiş
Bunlar kasten yapılmıştı, Yahudileri hayatlarından tamamen defetmek ve silmek için. Savaştan sonra Yahudi Federasyonu beni Amerika’ya göndermişti. Ben İsrail’e gitmek istememiştim çünkü yeteri kadar savaş ve ölüm görmüştüm. Beni New York’ta 35. ile 36. Sokağın köşesindeki otele yerleştirmişlerdi. Aslında hayata yeniden başlamak ve çalışmak bana çok zor geliyordu. Kaybolan yılları yakalamak çok güçtü. Ama kendimi zorlayarak iş aradım. Haftada 35 dolar kazanacağım bir terzilik işine girdim. 1955 yılında Brooklyn, Queens’de kendi erkek terzisi dükkânımı açtım. Bence çok iyi bir iş yapmıştım. Dükkânımın müşterileri arasında meşhur insanlar vardı. Bunların arasında sonradan başkan olan Lyndon Johnson, Henry Kissinger ve Nancy Reagan da vardı. Onlara Oscar De la Renta ve Geoffrey Beene adlı modacılardan esinlenerek çizdiğim takım elbiseler ve tayyörler dikerdim.
Amerika bana, özlediğim güzel ve iyi yaşamı verdi. Burada kendi cennetimi kurdum.
Bizim köydeki bin kişiden artık üç kişi, hayattayız. Biri İsrail’de, diğeri Baltimore’da, üçüncüsü de benim. Hâlâ sıkı temas halindeyiz.
Ben hâlâ araba kullanıyorum ama geceleri değil. Geceleri yanı başımda çalan ani korna sesleri beni çok ürkütüyor. Bazen geceleri uykumdan sıçrayarak uyanırım. Karım, “Ne oluyor?” diye sorduğunda, rüyamda Alman askerlerinin beni kovaladığını söylerim. Ama bu benim hayatımdı…
Bütün olanlara hâlâ inanamıyorum. History Channel’da, Holokost’la ilgili belgeseller izlediğim zaman, korku filmi izlermiş gibi titreyerek seyrediyorum.
Hayatımın iki yılını geçirdiğim Auschwitz’e gittiğim son kez, kendimi hiç yabancı hissetmedim. Orayı asla unutmamışım. Unutmak da istemiyorum. Çünkü orası benim öz yaşam öykümün yazıldığı yerdir.