Geçen yazımızda kaldığımız yerden sezonun en iyi oyunlarına göz atmaya devam ediyoruz.
Nâzım Hikmet’in 1954’te Moskova’da yazdığı ‘İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?’ adlı Sovyet temalı tek oyunu, erdemle otorite arasında sıkışmış bir insanın dönüşümünün her dönem geçerli trajikomik öyküsüydü. Sovyetler Birliği yöneticilerinin bürokratlaşarak halktan kopmasını, giderek sınıflaşmasını hınzırca eleştiren oyun S.S.C.B. Komünist Partisi tarafından “Sovyet yöneticilerinin olumsuz yönlerini vurgulamaya çalışan bir eser” olarak değerlendirilerek beşinci gösteriminden sonra yasaklanmış, Nâzım da rejim muhalifi sayılmıştı.
Seçmiş oldukları, doğru bildiklerinde yolda on yıldır aynı azimle yürüyen gençlerden oluşan tiyatroadam, 2016-2017 sezonu boyunca ‘ivan ivanoviç var mıydı yok muydu?’yu, sağlam bir dramaturgiyle, 70 yıl öncesinin klişelerini ayıklayarak, evrensel boyutunu iyice ortaya çıkaran Emrah Eren yönetiminde sahnelemişti. tiyatroadam’ın alıştığımız baş döndürücü temposunu, Esra Yurttut’un hareket düzeninin desteğiyle bilinçli olarak yavaşlatarak, kimi zaman enstantane fotoğrafmış gibi durdurarak, Sovyet rejiminin bireyi kalıplara sokan, tekdüzeleştiren, çerçeveleyen, robotlaştıran baskısını birebir hissettiriyordu. Yılladır birlikte çalışan ekibin performansı, coşkulu, dinamik ve müthiş uyumluydu. Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Emrah Eren, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil her zamanki gibi müthiş başarılı bir topluluk oyunu sergilerken, öykünün kurgusal yapısı, doğal olarak Fatih Koyunoğlu ile Aşkın Şenol’u öne çıkarıyordu. Aşkın Şenol’un İvan İvanoviç’iyle yaşlı kadını, Fatih Koyunoğlu’nun yüzme havuzu söylevi ya da iki yöneticiyi birlikte yorumlayışı unutulur gibi değildi.
‘Dirmit’
Kadir Has Üniversitesinin Film ve Drama Yüksek Lisans Programı bitirme projesi olarak, Nezaket Erden ve Hakan Emre Ünal’ın birlikte oluşturdukları, Erden’in oynayıp Ünal’ın yönettiği ‘Dirmit’, Latife Tekin’in ünlü romanı ‘Sevgili Arsız Ölüm’den yola çıkarak oluşturulmuş bir çalışmaydı.
1957’de, Kayseri’nin Bünyan ilçesine bağlı Karacahevenk köyünde doğan, 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Latife Tekin’in büyülü gerçekçilikle köy romanı geleneğini özgün bir şekilde harmanlayarak Anadolu’nun köy yaşamını ve insanlarını masalımsı bir atmosferde ele alan ilk romanı ‘Sevgili Arsız Ölüm’ (1983) yazarına hak edilmiş büyük ün kazandırmıştı. Otobiyografik öğeler içeren ‘Sevgili Arsız Ölüm’de Tekin karşımıza ailenin tek okuyan karakteri Dirmit olarak çıkar. Köydeki tulumba, kuşkuş otu, rüzgâr, kar, yıldızlar ve ağaçlarla dertleşen, kitabın bu hem en deli hem en akıllı, hem en duygusal hem en mantıklı karakteri, sorgulamaları, aklına yatmayana kuşkulu yaklaşımları, asiliği ve de en önemlisi sessiz direnişi ile mutlaka kendisine dayatılan yaşamdan sıyrılıp özgürleşecektir.
Erden-Ünal ikilisi kent ve kent insanına, iktidara, dine, erkek egemen topluma oldukça sert eleştiriler de içeren bu şiirsel metni tek kişilik bir oyuna dönüştürmüşlerdi. Hakan Emre Ünal, içinden geldiği Seyyar Sahne tarzında yönettiği oyunda Nezaket Erden’in üst düzey oyunculuğuna güvenerek, dekorsuz ve çıplak bir sahnede tek bir oyuncu ve tek bir aksesuarla koskoca bir dünya var ediyordu. Oyuncu, oyunculuk, tiyatro, tiyatronun özü üzerine bu çok heyecan verici çalışmada, hem Dirmit’i hem oyunun bütün kişilerini yorumlayan Nezaket Erden’in son derece profesyonel yorumu, Latife Tekin’in benzersiz büyülü evrenini en ince ayrıntılarına kadar oluşturuyordu. Eserinin sadece bitirme projesi için kullanılmasına izin vermiş olan Tekin, son sahnelenmesini izledikten sonra beğenmiş ve ‘Dirmit’in birkaç özel gösteride kalmayarak genel izleyicilere de ulaşmasına müsaade etmişti. Bildiğim kadarıyla önümüzdeki sezon da devam edecek.
Seyyar Sahne’nin yeni çalışması
Seyyar Sahne’nin yepyeni bir çalışması da ilk kez Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında okuma tiyatrosu olarak izlediğimiz Volkan Çıkıntoğlu’nun ‘Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz’in tiyatro versiyonuydu. Çıkıntoğlu, ‘ben’in gizemi, ‘benden ayrı bir ben olabileceği’ gibi felsefi soruları sorduğu bu rüya oyununda önerdiği çok sayıda değişken çözümün dışında bir o kadar daha çözüm üretilebileceğinin altını çizerek cevapları izleyiciye bırakıyordu. Zaten önemli olan sonuçta nereye varılacağı değil, müthiş keyifli, hem düşündürücü hem eğlenceli, hem de kimi zaman çok komik bu yolculuğun kendisiydi.
Okuma tiyatrosunu da yönetmiş olan Celâl Mordeniz, artık Seyyar Sahne’nin imzası sayılacak minimalist çizgide, dekorsuz oyun alanında, aksesuar olarak sadece birer sandalye kullanarak sahnelediği oyunda, Doğu Can, Hakan Emre Ünal, ve yazar Volkan Çıkıntoğlu’nun kusursuz birlikteliğini, 80 dakikalık süresinin hissedilmediği, su gibi akan, müthiş etkileyici bir ‘tiyatro’ gösterisine dönüştürüyordu.
Burada bir parantez açarak, genç elemanlardan oluşmasına karşın, 1995’de kurulan BGST Tiyatro Boğaziçi ve 1999’da kurulmuş olan Altıdan Sonra Tiyatro ile birlikte Bağımsız İstanbul Tiyatrosu’nun en kıdemli üç topluluğundan biri olan Seyyar Sahne’den söz etmem gerekiyor. Kuşadası Şirince köyünde, Türkiye’nin Tek Performans Araştırmaları Merkezi olan Tiyatro Medresesi’ni de oluşturan bu gerçek anlamda idealist topluluk, son yıllarda ‘tiyatro dışı’ metinlerin dramatik olanaklarını araştıran, boş bir sahnede, çoğunlukla tek bir oyuncu ve en aza indirgenmiş aksesuarla hikâye anlatıcılığıyla fiziksel tiyatroyu harmanlayarak, oyuncu, oyunculuk, tiyatro, tiyatronun özü üzerine ayrıntılı ve çok heyecan verici çalışmalar yapmakta. ‘Dirmit’ ve ‘Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz’le birlikte, repertuarındaki ‘Ben Pierre Rivière’, ‘Tehlikeli Oyunlar’, ‘Trom’, ‘Yılın en İyi Kadı Oyuncusu’ ve ‘Çocukluğumun Soğuk Geceleri’ sahnelenmeye devam ediyor. Hepsi de mutlaka izlenmesi gereken üst düzey çalışmalar.
Bağımsız İstanbul Tiyatrosu’nun en yeni topluluklarından, “Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu” çıkışlı gençlerin 2014 yılında kurduğu Sarı Sandalye, imkânsızı mümkün kılan çalışmayla, sıra dışı Fransız yazar Georges Perec’nin ‘Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi’ adlı metninin teatral karşılığını başarıyla bularak girdiği tiyatro serüvenine, yine edebiyattan tiyatroya aktardıkları iki farklı çalışmaya ‘Açlık’ ve ‘O, Hakkâri’de Bir Mevsim’ ile devam etmişti.
Çok iyi romanlardan yola çıkan, kimi zaman özgün metinlerini de aşan bu çok başarılı iki uyarlamanın ardından topluluk bu ilk kez tiyatro için yazılmış bir metni, Bernard-Marie Koltès ya da Copi gibi 40’ına gelmeden AİDS’den ölen Fransız yazar kuşağından Jean-Luc Lagarce’ın (1957-1995) ‘J’étais Dans ma Maison et J’attendais Que la Pluie Vienne / Evdeydim ve Yağmurun Gelmesini Bekliyordum’ adlı oyununu sahneledi.
Yaz sonuna doğru bir akşamüstü, yıllar önce babasıyla kavga ederek evi terk eden küçük kardeş, kimsenin beklemediği bir anda evin kapısında belirir. Savaşlarından, yollarından, yaşadıklarından bitkin ve bitap düşmüş genç adam eve girer girmez derin bir uykuya dalar.
Evin beş kadını, abla, anne, en yaşlı, ortanca ve en küçük, delikanlıyı sarıp sarmalar, korumaya alırlar; yavaşça yürüyerek, alçak sesle konuşarak birbirlerine kendi hikâyelerini, o gideli beri yaşadıkları hikâyesizlikleri, bildikleri ve bilemedikleriyle onun hikâyesini anlatırlar.
Fransa’da beş kadının, neredeyse törensel dans adımlarıyla, metni duraklara ayırarak, şarkı ile şiir arası vurgulayarak yorumladıkları dramatik sahneleme Türkçede mümkün olamadığından yönetmen Erhan Çene, farklı ve iddialı bir yola girmeyi yeğlemişti. Metni ve karakterleri, boş bir oyun mekânında, eğimli, üzerinde durması güç, hareketli ve kaygan üç platformla baş başa bıraktığı Ceyda Akel, Burcu Halaçoğlu ve Çağdaş Ekin Şişman’a dağıtmıştı.
Kimi zaman beş, kimi zaman tek kişiymişçesine birbirleriyle ve dekorla bütünleşen üç oyuncu olağanüstü birliktelikle, metnin şiirine hem işitsel hem görsel olarak ulaşmayı başarıyordu.
Türkiye’de sadece altı gösteri yapmış olsa da mevsimin en iyilerinden Şermola Performans ve fringe ensemble ortak yapımı ‘Rawestgeharaf / Aradurak’, çok iyi yazılmış, çok iyi oynanmış, çok iyi sahnelenmiş bir oyundu. Kürtçe, Türkçe ve Almanca olarak ve bu dillerde üst yazıyla oynanan, Mîrza Metin’in yazdığı, Frank Hauel’in yönettiği ‘Aradurak’, aynı dili konuşsalar bile, herkesin kendi derdine düştüğü, kendinden başka hiç kimsenin sorunlarıyla ilgilenmediği, kimsenin birbirini anlayamadığı yeni bir Babil Kulesine dönüşen günümüz dünyasını müthiş karanlık ve bir o kadar da ciddi bir güldürü tonunda eleştiriyordu. Ne Alman’ın salt Alman, ne Türk’ün salt Türk, ne Kürt’ün salt Kürt olduğu ırklar çorbasının tuzu biberi olarak Yahudilikle Ermeniliğin de katıldığı bu kargaşada, ötekileştirmenin ve ırkçılığın anlamsızlığı zekice vurgulanıyordu.
Haftaya son ‘en iyiler’ yazısında buluşmak üzere…