Balfur Deklarasyonunun kaldırılması, Yahudilere manda idaresi sınırları içinde toprak satışının durdurulması, Yahudi göçünün sınırlandırılması, yatırımlarının kontrol altına alınması gibi istekler 1930’lu senelerdeki Arap isyanının ana teması oldu. Bir yandan Araplar öte yandan Yahudiler, bu toprakları kendilerine yurt edinmek için birbirleri ile kıyasıya savaşmaya doğru yuvarlanan iki toplumu oluştururken arasında kalan İngilizlerin Filistin’deki varlıklarını sorgulamamaları mümkün değildi.
Balfur Deklarasyonunun kaldırılması, Yahudilere Manda idaresi sınırları içinde toprak satışının durdurulması, Yahudi göçünün sınırlandırılması, yatırımlarının kontrol altına alınması gibi istekler 1930’lu senelerdeki Arap isyanının ana teması olacaktır. Sosyal anlamda görmezden gelinemeyecek bir yaşantı kuran Yahudi toplumunun aynı zamanda ekonomik üstünlük sağlaması, Avrupa’dan edindiği kentsel kimliğinin yanına azımsanmayacak bir kırsal deneyim eklemesi, Arap toplumunda endişe ve öfkeyle izleniyordu.
Hebron olaylarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Britanya’nın bölgedeki temsilcileri Londra’ya gönderdikleri raporlarda, saldırıların devam edeceğini öngörmekteydiler. Arap isyanı bir yandan İngilizleri hedef alırken, Yahudiler de saldırılardan nasiplerini alacaklardı, hiç şüphesiz… Bir yandan Araplar öte yandan Yahudiler: Bu toprakları kendilerine yurt edinmek için birbirleri ile kıyasıya savaşmaya doğru yuvarlanan iki toplum arasında kalan İngilizlerin Filistin’deki varlıklarını sorgulamamaları mümkün değildi.
Olaylar kısa zamanda tüm ülkeye yayılır. Araplar Tel Aviv’e yürümek isteyince İngilizler Kahire ve Amman’dan takviye birlikler getirir. Aynı günlerde, kuzeyde, Safed’de yaşananlar Hebron olaylarının bir benzeriydi.
İNGİLİZLERE TEPKİ
Yahudi toplumunda bir Arap nefreti yoktur belki ancak birlikle bir yaşam kurmanın söz konusu olamayacağı iyiden iyiye ortaya çıkmıştı. Gençler arasındaki genel kanı Britanya’nın Balfur Deklarasyonundan doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği, yişuv’u gerektiği kadar koruyamadığı, hatta Arap saldırılarına çanak tuttuğu şeklindeydi; Arapların Yahudi yerleşimlerine bu denli cüretkâr şekilde saldırabilmesinin nedeni yerel İngiliz makamlarından aldıkları destekle ilgiliydi.
Ünlü yazar Samuel Yosef Agnon’un yazdığı gibi, “İngilizlere karşı olan Yahudi nefretinin tarihte Ruslara karşı olan nefretten aşağı kalır yanı yoktur…” Daha sonraları yişuv’un Britanya’ya karşı takınılacak tutum konusunda derin fikir ayrılıklarına düşeceğine tanık olunacaktır.
Hebron olaylarından sonra, her zaman olduğu gibi bir araştırma komisyonu kurulur ve her zaman olduğu gibi, ne şiş yansın ne kebap mantığı ile herkese uyacak, kelimeleri ince ince seçilmiş bir metin çıkar ortaya. Ancak sonuç bölümünde, Yahudi liderlerin hiç hoşlanmayacakları ibareler vardır. Genel Vali Chancellor’un da diretmesi ile belgeye son anda eklenen bu ibareler, Balfur Deklarasyonu’nun amacından saptırıldığını ifade etmekteydi. Açıklamaya göre bu deklarasyon, imparatorluğun çıkarlarına son derece ters ve Arapların varlığına yönelik tehlikeler içermekteydi.
Chancellor’a göre, buradaki halkın kendi geleceğini belirleme hakkı olmalıydı. Onlara bir tür otonomi verilmelidir. “Buradaki halktan” anladığı ise, çoğunluğu oluşturan Araplardır. Yahudiler Filistin’e daha sonraları, yapay yöntemlerle gelmişlerdi. Bu topraklarda belki bir yuva kurabilirlerdi, ancak bir devlet oluşturmaları mümkün değildi. Fakat oluşacak bağımsız bir Arap devletinin bünyesinde, o ana dek yaşadıkları şekilde, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayabilirlerdi.
BEYAZ KİTAP
Sonunda, Londra hükümeti bir karar alır. Bu karar, 1930 yılında, Sömürgeler Bakanı Lord Passfield imzasıyla yayınlanan ‘White Paper – Beyaz Kitap’ta ilan edilir. White Paper, Balfur Deklarasyonu’nun yenilenmiş bir yorumu olarak sunulur…
Chancellor ve Sir Passfield’in Beyaz Kitaba yansıyan amaçları, bölgedeki Yahudi egemenliğini demografik esasta durdurmak ve Yahudilerin hep azınlıkta kalmalarını sağlamaktı. Onlara, Balfur Deklarasyonu çerçevesinde – onu çiğnememek adına – bir otonomi verilebilirdi, ancak bu otonomi kesinlikle kültürel alanla kısıtlı kalmalıydı. Londra’nın bölgeye göndereceği yedi milyon poundluk kaynakla, Filistin, herkesin, hem Arapların hem de Yahudilerin rahatça yaşayacakları bir ‘vatan’ olacaktı.
Londra’nın etkin çevrelerine olan yakınlığı ile bilinen Haim Weizman’ın temasları Passfield Beyaz Kitabını uygulamaya konmadan durdurdu. Belgenin Britanya’nın batı – doğu eksenindeki yapılanmasına uygun olmadığı, Akdeniz – Mısır – Hindistan hattının stratejik bir yerinde bulunan Filistin Mandasında, Balfur Deklarasyonun öngördüğü bir Yahudi Ulusal Yuvası fikrinin Londra’nın çıkarlarına daha uygun olduğu, Yahudi göçünün Arap parametresine bağlanmasının bölgeye istikrarsızlık getireceği anlatılır.
O dönemlerde hükümetin iç politikada zayıf bir konumda olması, muhalefette bulunan parti milletvekillerinin Weizman’ın beyanlarına sıcak bakmaları, hatta The Times’ta alınan kararı eleştiren yazılar yazmaları, Beyaz Kitabın mimarları Sömürgeler Bakanı Sir Passefield ile Genel Vali Chancellor’ı etki altında bırakır… Buna bir de, Beyaz Kitabı destekleyen şartlardan birinin bölgeye yedi milyon poundluk yatırım yapılmasına ilişkin olması da eklenir ki, Hazine buna hiç hazır değildi. Yahudiler zaten buraya yeteri kadar kaynak aktarmaktaydı. Beyaz Kitabın getirdiği düzenlemeler çerçevesinde, Yahudi göçünün kısıtlanması yatırımların durmasına neden olacaktır.
BEYAZ KİTAP RAFA KALKAR
1930 yılının ağır ekonomik krizi altında zor zamanlar geçiren MacDonald ve hükümeti, iç dengeleri daha fazla sarsmamak için, Beyaz Kitabı rafa kaldırır. Bu manevra Britanya İmparatorluğu için kesin bir yenilgidir. Koca İmparatorluk ilan ettiği kararın arkasında duramamıştır… Alınan olgunlaşmamış kararlarla hem Arapları hem de Yahudileri karşısına almış, uygulanacak hangi politikaların kendisine yarayacağına karar verememiştir.
Başbakan Ramsay MacDonald imzasıyla Haim Weizman’a hitaben yazılan bir mektup, 1930 Beyaz Kitabının nasıl yorumlanması gerektiğini ifade eder ve tartışmalara noktayı koyar.
13 Şubat 1931 tarihli söz konusu mektup, özetle şu görüşlere vurgu yapmaktaydı:
1- 1930 Beyaz Kitabı, 1922 yılında yayınlanan ve içeriği Yahudi Ajansı tarafından kabul edilmiş Beyaz Kitabın kaldığı yerden hareketle, yalnız Filistin’de yaşayan Yahudileri değil tüm Yahudileri kucaklamakta ve Manda Anlaşmasının kendisini bağlayan hükümlerine sahip çıkmaktadır.
2- Filistin’in Millet Cemiyetinin bize çizdiği sınırlar dahilinde idare edileceğini teyit ediyorum. Keyfiyet, daha önce, defalarca ve anlaşılabilir sözlerle tarafımdan Parlamentoda ifade edilmiştir.
3- Filistin’de Yahudi Ulusal Yuvasının oluşturulması sürecinde, bölgede yaşamakta olan Yahudi olmayan unsurların sosyal, siyasi, dini haklarına hiçbir kısıtlama gelmeyeceğinin de takipçisi olacağımızı yinelemek isterim.
4-Majesteleri Hükümeti Yahudi ve Yahudi olmayan unsurların eşit haklara sahip olacaklarını ve eşit muamele göreceklerini teyit eder.
5- Yayınlanan Beyaz Kitap çerçevesinde bize Yahudi idareciler tarafından yöneltilen ve örgütlenme haklarının ellerinden alındığını ifade eden suçlamalar gerçeği yansıtmıyor. Yahudi işçi sendikalarının ve diğer kuruluşların ülkenin refahına yaptıkları katkıyı önemsiyoruz
6- Yahudilerin toprak satın almalarına bir kısıtlama getirilmemiştir. Ancak bunun belli kıstaslar dahilinde yapılması gerekmektedir.
7- Filistin’e Yahudi göçü de belli kıstaslar dahilinde devam edecektir. Göçe esas teşkil edecek kriter, yeni gelenlerin bölgede yaşamakta olanlara yük olmaması gereğidir. Bölgede yaşamakta olanlardan kastedilen ise, Yahudiler ile Araplardır. Tüm yaşayanların kendilerine tahsis edilecek bir toprak parçası üzerine yerleştirilmeleri esastır. Dolayısı ile Yahudi göçü bu anlamda, oluşturulacak kriterlere uygun yapılıyor olmalıdır.
8- Yahudi Ajansının koymuş olduğu, Yahudi işletmelerinin Yahudi işgücü kullanması kuralı, itiraz etmeyeceğimiz bir karardır. Ancak Arapların işsiz kalmalarına neden olabilecek bu kararın doğuracağı sonuçları ortadan kaldırmak Mandater olarak Majesteleri Hükümetinin görevidir.
9- Majesteleri hükümeti Manda’nın kendisine görev biçtiği konuları yerine getirmek için elini taşın altına koymuştur. Ancak çabaların başarılı olması için, tarafların işbirliği içinde olmaları, birbirlerine güven duymaları ve çıkan sorunların çözümlenmesine istekli olmaları gerekmektedir. Adalet üzerine bina edilmeyen hiçbir çözümün ileride yaşanabilecek sorunlara çare olamayacağı unutulmamalıdır.
Son tahlilde, Hebron Olayları ile başlayıp Arap saldırılarının tepe noktası yapacağı 1933 yılına dek uzanan süreçte gözlenen, demografik, ekonomik bir sorunun - dolayısı ile o aşamada teknik çözümlerin devreye sokulması ile savuşturulabilecek bir problemin - aşama aşama, çatışmaya dönüşmesi olarak özetlenebilir. Bu süreçte, her gün birçok Arap ve Yahudi hayatını kaybedecektir…
TANSİYONU DÜŞÜRMEK İÇİN
Ağustos 1934’te David Ben Gurion, Müftü El Hüseyni’nin yardımcılarından Musa Alami’yi Shuafat’taki evine ziyarete gider. Cambridge mezunu Alami değerli bir hukuk adamıydı ve Manda İdaresinin savcılık makamında İngilizlerle beraber çalışmaktaydı. Amacı yükselen tansiyonu bir nebze olsa da düşürmekti…
Ben Gurion görüşmeye somut iki öneri ile gider: Birinci öneri, Filistin Manda İdaresi altında yaşayan Yahudi ve Arap topluluklarının, nüfuslarına bakılmaksızın eşit haklara tabi olmalarını, burada bir Yahudi ve bir Arap otonom idaresi oluşturulmasını öngörmektedir. İkinci öneri ise, Filistin’in kurulacak bölgesel bir Arap federasyonuna katılmasıdır. Yahudiler Filistin’in yöneticileri olacak ve Araplar ise bu federasyon üyeliği ile bölgesel anlamda oluşturulacak çoğunluğun bir parçası olacaklardır.
Ben Gurion’un önerileri esas itibarı ile o ana dek geçerli olan Yahudi söyleminin değişik sözlerle ifadesidir. Yahudiler daha yolun en başında, Filistin topraklarının yaşanır hale getirilmesi çalışmalarında Arapların dışlanmayacağını, bu çalışmaların içinde yer almaları için teşvik edileceklerini ve sonuçlarından da eşit şekilde yararlanacaklarını söylemişti… Alami’ye yapılan öneriler bu perspektiften bakıldığında, Yahudilerin bakış açısını göstermektedir.
Ancak Alami önerileri reddeder. Arapların, toplumsal geleceklerini kendilerinin geliştirmesi için, bu topraklarda, gerekirse 100 sene daha sefalet içinde yaşamaları, ona göre daha doğrudur. Onun için kabul edilebilecek öneri Yahudilerin Tel Aviv etrafında otonom bir kanton oluşturmalarıdır. Bu şekilde Balfur Deklarasyonunun hükümlerine uyulmuş olunur. Filistin’in genel idaresinin Araplara verilmesi esastır. Ancak Arap toplumu adına buna onay verecek kişi Müftü El-Hüseyni’dir. Bu aşamada, önerilerin olgunlaşması için planlanmış olan Ben Gurion ile El-Hüseyni görüşmesi gerçekleşmez.