Geçtiğimiz birkaç haftada ülkemizde en çok konuşulan konulardan biri futboldaki yabancı sınırlaması oldu.
Geçtiğimiz birkaç haftada ülkemizde en çok konuşulan konulardan biri futboldaki yabancı sınırlaması oldu. Önce Milli Takım Teknik Direktörümüz Mircea Lucescu, “Ligde izlediğim maçlarda Türk futbolcular oynamıyor diye futbolcu seçiminde zorlanıyorum. Bu maçlarda kimi izleyeceğim?” gibi cümlelerle futbol kamuoyunu meşgul etti. Ardından Çin macerası erken biten Burak Yılmaz “Bu kural yüzünden yaşıtımız futbolcu arkadaşlarımız futbolu bırakmak zorunda kaldı” ifadelerini kullandı. Burak ve Lucescu gibi camia içerisinden başka başkanlar, eski futbolcular da konu ile alakalı yorumlarını paylaştı.
Yazılarımda sık sık belirttiğim gibi kendimi bilerek izlemeye başladığım ilk futbol yılları 97-98 sezonları. Bu sezonlarda takımlarımızda oldukça az yabancı oyuncu bulunurdu. Örneğin benim için Fenerbahçe’nin ilk versiyonunda; kalede Rüştü Reçber, sol bek Erol Bulut, sağ bek İlker Yağcıoğlu, stoperler Uche-Högh ikilisiydi. Moldovan’lı, Baliç’li forvetler izledim. Sağ açıkta Tayfun Korkut vardı. Kurtarıcı diye rahmetli John Mosheu ve santrafor olarak en son oto yıkamacıda araba yıkarken karşımıza çıkan Faruk Yiğit’i transfer ettiğimiz aklımda. Genk’den alınan Suleyman Oulare’ler, Obilic’den alınan Lazetic’ler geldi sonraları. Bu isimler yıldız statüsünde geldi Türkiye’ye. O zamanlar Erol Bulut’u izlemekten, Faruk Yiğit’in İstanbulspor’a 90. dakikada attığı gollerden çok büyük haz duyardım. Gençlerbirliği’nden Metin Diyadin’i aldığımızda içim içime sığmamıştı.
Bahsettiğim yıllar 90’ların sonları milenyumun başlarıydı. Mutluyduk ama internete İxir ve Superonline ile bağlanıyorduk. İnternete bağlıyken telefonumuz meşgul çalıyordu. Tüplü Tv ile Cine 5’ten maç izliyorduk. Kulüplerin tek hedefleri ise o sezon ligi en tepede bitirmekti, ertesi sezon Avrupa’da başarıymış filan bunların lafı bile geçmezdi.
Galatasaray’ın UEFA Kupasını kazandığı sezonu hatırlıyorum. İnanılmaz ve ulaşılmaz bir şeydi; hem benim için hem de Türkiye için. Bu kupayı şu an Türkiye’ye getirmek ile o zaman getirmenin kesinlikle aynı büyüklükte bir başarı olmadığını düşünüyorum. Galatasaray UEFA Kupasını kazandı. Bizler internete İxir ve Superonline ile bağlanmaz olduk, tüplü televizyonlar yerini LCD’lere bıraktı. Habere ve bilgiye çok çabuk ulaşabilir olduk, dünyanın her yerindeki haberleri ve maçları istediğin zaman izleyebilecek bir teknoloji gelişimine tanık olduk. Ardından sosyal medya ile tanıştık… Dünyanın her yeriyle iletişim kurabilmek demekti bu; atası Mirc32 idi ama bu başka bir şeydi. Bir lafınız ile bütün dünyayı o lafı konuşmaya teşvik edebiliyordunuz. Kısacası Türkiye’de yaşarken Amerika’yı yaşayabiliyordunuz. Artık klasik bir deyim ile her şey tek tip olmaya başlamış, dünya küreselleşmişti.
Haliyle bizleri de Metin Diyadin’ler, Faruk Yiğit’ler, İlker Yağcıoğlu’lar hatta ve hatta Coventry City’den alınan Viorel Moldovan’lar bile kesmemeye başladı. Suç bizim değildi! Youtube’a girip dilediğimiz her saniye Messi’yi seyredebilirken, tek bir tıkla Ronaldo’nun çalımlarını izleyebilirken, -kötü futbolcu olduklarından değil tabiki ama- Tayfun Korkut, Erol Bulut kesmeyecekti bizleri de.
Dünya değişti, dönem değişti, Galatasaray’ın UEFA Kupasından sonra hedefler değişti. Her değişim gibi bizim futbolumuzun da değişmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Önce yukarıda adını saydığım Lazetiç, Moldovan statüsündeki oyuncuları beğenmemeye başladı büyük takım taraftarları. Artık Anelka istiyorlardı, Ortega istiyorlardı. O dönem de günümüze kadar devam etti. Ancak bu sefer de bir - iki tane Anelka ve Ortega gibi isimle bu işin yürüyemeyeceği anlaşılacaktı. Her mevkiye bu ayarda isimler gerekliydi. Yabancı sınırı olduğundan dolayı ve Türk piyasası da sınırlı olduğundan bu kaliteye ulaşan takımları günümüze kadar hiç izleyemedik. Örneğin, forveti Anelka olan takımın defansif orta sahasında vasat diye tabir edebileceğimiz Deniz Barış gibi isimleri izledik. Bu da oldukça absürd takımların ortaya çıkmasına yol açtı.
Artık büyük takım taraftarlarını lig kesmiyordu. Avrupa’da başarı istiyordu herkes. Avrupa’daki rakiplerimizin birçoğunda ise yabancı sınırı yoktu. Futbolcunun kalitelisini bulup kadrona katıp başarılı olmaktı tek felsefe. Biz de ancak bu mantalite ile onlarla mücadele edebilirdik. İşte bunu yaptık ve yabancı sınırını kaldırdık.
Yabancı sınırının olmaması çağa ayak uydurmaktır. Sınırın olması ise günümüzde tüplü televizyon izlemektir. Nasıl ki dünyada her alandaki değişimlere ayak uyduruyoruz, futbolda da uydurmamız kaçınılmazdı. Ben bu kararı çok geç kalınmış bir karar olarak tanımlıyorum. Lucescu gibi Shaktar’da Ukraynalı futbolcu oynatmayan bir teknik direktörün yabancı sınırı olmaması ile alakalı sözlerini de hiç samimi bulmuyorum. Burak Yılmaz’ın arkadaşlarını ise futbolu bırakmak yerine daha çok çalışıp yabancılarla rekabet edip formayı kapmaya davet ediyorum.