Ağustos ayının başında gemi ile çıktığımız, İngiltere’den başlayıp, İrlanda ve İskoçya’ da devam eden ve Rouen’de sona eren yolculuğumuzu paylaşmak istedim. Yeşilin evrendeki her tonunun hüküm sürdüğü, otlayan hayvanların bile yüzünden mutluluk akan, çiçeklerle bezeli bahçeli evleri ve her yerinden tarih fışkıran bu diyarlar huzurun ve mutluluğun kaynağı.
ETİ VARON
Ağustosun bunaltıcı sıcaklarından, şehrin inşaatlardan dolayı toz içinde kalmış sokaklarından, yüksek binaların arasında kirli havayı solumaktan ne kadar sıkıldığımızı, geminin ilk durağı olan Guernsey Adasında anladık.
Fransa kıyılarına çok yakın olan Guernsey Adası 1066’da Fransız hâkimiyetinden İngilizlere geçmiş. Kaldırım taşlı sokakları, Ortaçağ’dan kalma, şimdilerde müze olarak kullanılan kalesi, alabildiğine uzanan yeşil alanlar, Fransız tarzı eski binaları ile Guernsey Adası adeta cennetten bir köşe.
Adada Victor Hugo’nun 1856-1870 yılları arasında sürgün yaşadığı evi Hauteville bulunuyor. Hugo, Les Miserable’ı bu evde yaşarken yazmış. Renoir da bazı tablolarını buraya yaptığı bir aylık ziyareti sırasında gerçekleştirmiş.
Guernsey Adasının görülmeden geçilmeyecek en önemli noktası, dünyaca ünlü Little Chapel. Tarihi minyatür kiliseciğin özelliği çakıl taşları, kabuklar ve kırık porselenlerden yapılmış olması.
Rotamız Cobh ve Cork
Güney İrlanda’nın güneybatısında yer alan Cork, civar balıkçı kasabaları ve meşhur Blarney Şatosu ile çok keyifli bir yer.
Cobh Limanı Sydney’den sonra dünyanın ikinci büyük doğal limanı.
Gemiden iner inmez, gezimize Cork’un balıkçı bir liman kasabası Kinsale’e giderek başlıyoruz. Yol üstünde yıkılmış şatoları görüyoruz. Alabildiğine yeşilin denizin mavisiyle buluşmasını seyrediyoruz büyük bir hazla.
Daha sonra meşhur Blarney Castle’ı ve bahçelerini görmeye gidiyoruz. Bir zamanlar Mc Carthy klanına ait olan bu şato çok kalın taş duvarlara sahip. Tepesinde bulunan Blarney taşını öpebilenin zarafet ile ödüllendirildiğini söylüyorlar. Ancak taşı öpmek büyük bir cambazlık gerektiriyor. Zarafeti başka bir zamana bırakarak şatonun bahçelerini görmeye gidiyoruz. Bahçe envai çeşit bitkiler ve minik şelalelerle donatılmış. Ağaçlara tığdan elbiseler giydirmişler. Şatonun hemen yanı başında bir yünlü kumaş dokuma atölyesi varmış bir zamanlar. Şimdi ise İrlanda yünlü kumaşlarının, örgülerin, Kelt broşların, kristal eşyaların ve keten işlerinin satıldığı bir alışveriş merkezi olmuş.
Güney İrlanda’nın başkenti Dublin
Genç cumhuriyetin başkenti Dublin geniş caddeleri, meydanları, Georgian stili malikâneleri, 16. yüzyıl İngiliz dönemini yansıtan binaları ile görülmeye değer bir şehir. Her yer pırıl pırıl. Tek bir çöp bile yok yerde. Binalar olduğu gibi korunduğu için çarpık kentleşmenin zerresine bile rastlamıyoruz. Caddeler arasında mücevher gibi parklar alabildiğine uzanıyor. Adamlar tarihlerine sımsıkı sarılmış. Gördükçe beton yığını haline getirilen güzelim İstanbul’umuz için üzülüyoruz.
İlk durağımız şehrin cıvıl cıvıl noktası, cafeler, barlar ve rengârenk çiçeklerle donanmış evleriyle Temple Bar. Burayı görmeden dönmek olmaz zira şehrin kalbi burada atıyor.
700 yıllık İngiliz hâkimiyetinin sembolü Dublin Kalesini, yanı başındaki Christ Church Katedralini ve daha ileride yer alan, St. Patrick Katedralini görüyoruz. Bu bölgeye Dublinia deniyor. Ardından İrlanda’nın en eski ve dünyanın en büyük üniversitelerinden biri olan Trinity College’e gidiyoruz. Kütüphanesinde, eski birçok kitabın yanı sıra 9. yüzyıldan kalma, dünyanın en eski kitaplarından biri olan ve Latince yazılmış 'The Book of Kells' yer alıyor.
Dönmeden önce en meşhur caddelerinden biri olan Grafton Street’i, Phoenix ve St. Peter Green bahçelerini geziyoruz. Oscar Wilde’ın evinin ve heykelinin bulunduğu Merrion Meydanını da gezip gemiye dönmek üzere yola koyuluyoruz.
Beatles şehri Liverpool
İngiltere’nin önemli sanayi ve ticaret limanı olan Liverpool 1280’lerde kurulmuş ve 1880’de şehir statüsüne kavuştu.
1960’larda buradan çıkan The Beatles Liverpool’u dünyaya tanıttı.
Ama bence şehrin en güzel yeri Unesco Dünya Mirası listesine giren, tarihi binalarla süslü Albert Dock. Dükkânların, çeşitli müze ve galerilerin yer aldığı Albert Dock, Beatles Müzesine de ev sahipliği yapıyor.
Müzeyi gezmeden dönmek olmazdı. Beatles’ın kuruluş, keşfediliş ve dünyayı sarsış öyküsünü izlerken ve müziklerini dinlerken müthiş bir nostalji yaşıyoruz. Gençliğimizin anıları canlanıyor.
Tabii ki Liverpool futbol takımının mabedi Anfield Road Stadı da burada ama maalesef onu gezmeye zamanımız yetmiyor. Gemi demir almadan limana yetişmeliyiz.
Hüzünlü şehir Belfast
İngiltere’nin hâkimiyetinde olan Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast artık iç savaş yaşadığı geçmişini geride bırakarak yeniden varoluşun sosyal ve ekonomik keyfini çıkarmaya başlamış.
Şehirde görülecek çok yer var ancak bize çok methedilen ve Unesco’nun dünya mirası listesinde olan, şehirden bir buçuk saat uzaklıkta olan Giant’s Causeway’i (Devlerin Yolu) görmeye gidiyoruz. Bu muhteşem doğa harikası 50 milyon yıl önce iç içe geçen yaklaşık kırk bin bazalt sütundan oluşmuş. Masalların ve söylentilerin ülkesinde bu oluşumlar için de bir masal uydurulmuş. Ayaklarının suya değmesinden hiç hoşlanmayan bir dev İskoçya’daki sevgilisine ulaşmak için bu sütunları denize yerleştirip üstüne basa basa sevgilisine ulaşmış. Masalı bir kenara bırakırsak Devlerin Yolu dünyanın sekizinci harikası olarak adlandırılıyor. Şehre dönerken Antrim sahilinden geçiyoruz. Gördüğümü manzaralar nefesimizi kesiyor adeta. Yolda eski bir yerleşim olan Dunluce Şatosunun yıkıntıları arasından ve iki yar arasında geçebilmek için bir balıkçının koyduğu söylenen Carrick-a Rede Rope Bridge’i (halattan yapılmış tek kişinin geçebileceği darlıkta köprü) görüyoruz.
Artık şehrin merkezine dönme vakti. Mimari şaheser olan Belediye Sarayını ve bahçesinde yer alan Titanik faciasında ölenlerin isimlerinin de yer aldığı anıtı görüyoruz.
Belfast’a giderken şehrin tehlikeli olabileceğini ve yalnız dolaşmamamız gerektiğini söylemişlerdi. Ama sokaklarda gündüz olduğu için mi bilmiyorum öyle bir hava da yoktu. Ancak bizi gezdiren şoför geceleri güvenlik nedeniyle Protestan Mahallesi ile Katoliklerin yaşadığı mahalleyi birbirinden ayıran kapıların kapandığını söyledi.
Oraları gezerken ünlü Barış Duvarını ve duvar yazılarını da gördük. Her biri özgürlük haykırışları içeriyordu.
Avrupa Kültür Başkenti Glasgow
Artık İrlanda’yı terk edip yine yeşilin var olan her tonuna rastladığımız doğa, vahşi uçsuz bucaksız tepeler, göller ve değişken gökyüzüne şahit olduğumuz İskoçya’ya doğru rotamızı çeviriyoruz.
Gemimiz Greenock Limanına yanaşıyor. Limana 45 dakika mesafede ise 1990 yılında kültürel değerleri nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti seçilen Glasgow yer alıyor.
İskoçya’ya gelip de bir viski imalathanesi (distillery) görmemek olmaz. Şehrin bir saat uzaklığında Glengoyne imalathanesi ilk durağımız. Hemen bir tura yazılarak viskinin arpa, maya ve su ile nasıl oluştuğunu adım adım izliyoruz. Hiçbir yan ürünün çöpe atılmadığı işlemde posanın hayvan yemlerine karıştırıldığını öğreniyoruz. Tevekkeli değil hayvanlar mutlu mutlu geziniyorlar çayırlarda.
İskoçya’nın tek malt viski imalathanelerinin başını çeken Glengoyne’da viski tadımı da yaptıktan sonra şehre geri dönüyoruz.
Şehri gezerken, St. George Meydanını, 1880 yapımı belediye sarayını ve Victoria Dönemi mimarisinin en güzel örneklerini görüyoruz. Cafe Nero bile tarihi bir binada yerini alıyor.
Biraz da sanatsal faaliyetlere yer verelim diyerek muhteşem mimari bir eser olarak nitelendirdiğimiz Kelvingrove Sanat Galerisine giriyoruz. Boticelli, Rembrandt, Renoir, Monet, Van Gogh ve Dali’nin eserlerinin yanı sıra birçok İskoçyalı ressam ve heykeltıraşların eserlerini büyük bir keyifle seyrediyoruz.
Lochness canavarı avında
Bir sonraki durağımız 1933 yılında bir göl canavarının görüldüğü haberiyle dünya gündemine gelen Ness Gölünün bulunduğu Highland başkenti İnverness.
Canavar Nessie’yi göremesek de bu bölgenin muhteşem doğasına şahit olmak dünyaya bedel. Bir tekne turuna yazılıp, gölde canavarı ararken, kıyıdaki Ortaçağ Şatosu Urquart’ın heybetli yıkıntılarını da görmüş oluyoruz.
İnverness’e dönerken yol boyunca yüksek duvarların ardına gizlenmiş, yemyeşil bahçelerin içinde yer alan, aralarında İnverness Şatosunun da yer aldığı çeşitli malikâneler ve şatoları görüyoruz.
İngilizlerin Highland klanlarını yendikleri, 1746’daki Culloden Savaşında ölenlerin mezarlarını da gördükten sonra artık şimdi bir şatoyu ziyaret etme zamanı. Yola çıktığımızdan beri bir şatonun içini görüp gezmeyi sayıklamıştık.
Masallara konu olan şatolardan birini, hala kullanımda olan Cawdor Şatosunu ziyarete gidiyoruz.
Şatonun içi sanat eserleri ile dolu. İçi kadar bahçeleri de bir o kadar büyülüyor bizleri. 600 yıllık bir geçmişe sahip olan Cawdor Şatosu Shakespeare’in Macbeth’ine de ilham kaynağı olmuş deniyor.
Gemimize dönerken İnverness’in küçük ama bir o kadar da şirin ana caddesine uğramayı ihmal etmiyoruz. Şoförümüzün dediğine göre burada suç oranı yok denecek kadar az. Olan da sadece sarhoşluk ve sözlü tacizden öteye gitmiyor. Çocuklarını yetiştirmek için özellikle bu bölgeyi seçtiğini de ilave ediyor.
İskoçya’nın son durağı başkent Edinburgh
Ortaçağ mimarisinin etkin olduğu bu ihtişamlı şehir tarihi dokusunu olduğu gibi muhafaza etmiş.
Harry Potter’a ilham kaynağı olan bu şehirde zamanın içinde yolculuk yaptığımızı hissettik adeta…
Önce şehrin yeni bölümünü, alışveriş caddesi Princes Caddesini gezdikten sonra, bir ucunda kraliyet ailesinin İskoçya’daki sarayı olan Hollyrood Palace, öteki uçta Edinburgh Şatosu olan adına Royal Mile denilen, sağlı sollu, her biri tarihi eser niteliğinde dükkânlar ve cafelerle dolu caddeye gidiyoruz.
Hollyrood Sarayı Kraliçe Elisabeth’in her yaz başı bir haftalığına resmi seremonilere ve kutlamalara katılmak için kaldığı saray. Edinburgh Şatosu ise şehrin en önemli landmarklarından biri. 12. yüzyılda inşa edilmiş, önceleri rezidans olarak kullanırken şimdi askeri garnizon olmuş.
Ağustos ayı Edinburgh için festival ayı. Sokaklar gençlerle dolu. Her köşede bir etkinliğe rastlıyoruz. Gönül hepsini görmek ve şehri doya doya yaşamayı istiyor. Ancak zaman bize ihanet ediyor. Bir masal şehri olan Edinburgh’u bir kez daha ziyaret etmek için sözleşiyoruz.
Gezimiz Fransa’da sona eriyor
Gemimizin gezi bitmeden son durağı Le Havre. Le Havre Limanı II. Dünya Savaşından nasibini almış, yerle bir edilmiş ve savaşın sonunda yeniden inşa edilmiş.
Hemen bir vasıtaya binip oraya 1,5 saat uzaklıkta olan Monet Bahçelerinine gidiyoruz. Birçok galerinin yer aldığı, ressamların atölyelerinin bulunduğu bir sokaktan geçerek önce Monet Müzesini, ardından da Monet’nin evinin bulunduğu bahçelere ulaşıyoruz. Monet’nin birçok resmine ilham kaynağı olan bahçeyi ve nilüferlerle dolu gölcüğü gezerken Monet burada yaşamakta haklıymış diyoruz.
Ardından Kuzey Normandiya’nın başkenti ve Seine nehri kıyılarının en güzel ve tarihi şehirlerinden olan Rouen’e gidiyoruz. Monet’nin birçok eserinde ölümsüzleştirdiği gotik katedrali, saat kulesi Gros Horloge’u, Vieux Marche (eski pazar) ve Jean D’Arc anıtını görüyoruz. Rouen’de ilginç olan bir sokağa Rue de Juif (Yahudilerin Sokağı) adının verilmesiydi. Tüm gezimizde rastladığımız Yahudi yaşamı ile ilgili tek kanıt bu oldu.