Sonbaharın Sinema Şöleni

filmekimi Son Yılların En Zengin Programıyla Hız Kesmeden Devam Ediyor

Viktor APALAÇİ Sanat
4 Ekim 2017 Çarşamba

Sonbaharın müjdecisi filmekimi, önemli festivallerin ödül alan ve kaliteleriyle öne çıkan filmlerinden oluşan 51 yapıtlık seçkisiyle sinemaseverlere keyifli günler yaşatıyor. Bir gösteri sonrası salondan tokat yemiş duygusuyla çıkmak istiyorsanız ‘Anne’ doğru bir adres. Polemiklere yol açan bu skandal film Açılış Galasının ardından vizyona girdi. Tekrara düşmekten kurtulamayan Haneke’nin ‘Mutlu Son’u, Fatih Akın’ın Cannes’dan ödüllü ‘Paramparça’sı düş kırıklığı yaratırken, 89 yaşındaki Agnes Varda ‘Mekânlar ve Yüzler’ ile hayranlık uyandırdı.

 

Festivalin ikinci gününde üst üste izlediğim iki film şenliğe damgasını vuracak güzellikteydi. 20 gün önce Venedik’ten Altın Aslan Ödülü ile ayrılan, Guillermo Del Toro’nun ‘Aşkın Gücü / The Shape of Water’i fantastik türünün parlak bir örneğiydi.

Danny Strong’un ‘Çavdar Tarlasındaki Asi / Rebel in the Rye’i Amerikan edebiyatının en gizemli yazarlarından J. David Salinger’in yaşam öyküsüne odaklanın, iyi anlatılmış seviyeli bir biyografik filmdi.

İspanya İç Savaşında geçen öyküsüyle, etkili faşizm eleştirisi ‘Pan’ın Labirenti / Pan’s Labiyrinth’ (2006) ile Del Toro, bir kız çocuğunun kahramanı olduğu, yüreğimizi dağlayan bir masalla hayranlığımızı kazanmıştı.

‘Aşkın Gücü’nün kahramanı ise dilsiz bir genç kadın. Soğuk Savaşın en kızıştığı 1963 yılının Amerika’sının gizli bir devlet laboratuvarında, temizlikçi olarak çalışan Elita, burada yürütülen çok gizli bir deneyin varlığını keşfedince, çok kişinin yazgısı değişir.

Soğuk Savaşın en azılı 2 düşman ABD ve Rusya’nın askerlik ve casusluk alanlarında çevirdiği kirli dolaplarını sergileyen filmde, Del Toro bizleri farklı evrenlerden getirdiği çılgın yaratıkların bir yenisiyle tanıştırıyor.

Günümüzün en büyük kompozitörlerinden Alexandre Desplat, dönemin nostaljisini yansıtan usta işi müzik pantisyonu, Del Toro’nun şiirsel ve duygu yüklü mizansenine katkıda bulunuyor.

Cuma günü vizyona girecek ‘Çavdar Tarlasındaki Asi’ ve ertesi hafta afişlere çıkacak ‘Aşkın Gücü’nden ilerideki yazılarımda bahsedeceğim. 

YILIN EN KIŞKIRTICI FİLMİ

Filmekimi’nin açılışını yapan ‘Anne!/Mother’ filmi ertesi gün ticari sinemalarda vizyona girdi. Bir film sonrası salondan tokat yemiş duygusuyla çıkmak istiyorsanız ‘Anne’ doğru bir adres.

Film, mükemmel bir uyum içinde yaşayan genç bir çifti tanıtmakla başlıyor. Jennifer Lawrence’in canlandırdığı, kocasıyla sakin bir hayat süren bir kadının keyfini kaçırabilecek tek konu, yazar kocanın (Javier Bardem) esin kaynağı sıkıntısı çekmesidir.

Ancak beklenmeyen bir misafirin gelişiyle çiftin huzuru bozulur. Kapıyı vurup, ölmek üzere olan ünlü bir yazar olduğunu söyleyen gizemli misafirin (Ed Harris) ardından, özgüven patlaması yaşayan şirret karısı (Michelle Pffifer) çıkıp gelir.

Misafir geldiği evin ailesinin mahrem işlerine karışmaktan, her yeri kurcalamaktan, cüretkâr sorular sormakta mahsur görmeyen bu kadının ve kocasına kayıtsız davranan eşinin tutumu ev sahibesini çileden çıkarır.

Misafirlerin miras kavgası yaşayan iki oğlunun (Domhall ve Brian) gelişiyle durum içinden çıkılmaz bir hal alır. Zira iki kardeşin kavgası, ağabeyin kardeşini öldürmesiyle neticelenir.

Kariyeri ile psikolojik gerilim türünün ustası olduğunu kanıtlayan Darren Aronofsky, ‘Anne’ ile korku-gerilim türündeki becerisini göstermeye soyunmuş. Yönetmen, filmin ilk yarısında tekinsiz bir atmosfer ve gerilim tansiyonu yaratmada başarılı.

Dünya prömiyerini bir ay önce Venedik’te yapan ‘Anne’ hem eleştirmenleri, hem sinemaseverleri ikiye bölerek, hem yuhalamalar hem alkışlarla karşılandı. Film ekibinin “cesur, benzersiz, eklektik”, kimi eleştirmenlerin “müthiş, ürkütücü, muhteşem” diye tanımladıkları filmi, çok kişi içi kof, yanıltıcı hatta kötü bulacak.

Zira finalde taşların yerine oturmasını, kafasındaki soru işaretlerinin cevaplarını bekleyen izleyici derin bir düş kırıklığı yaşıyor. Çünkü Darren Aronofsky’nin öyle bir derdi yok. Cinayetin polis soruşturması yok mudur? Ev sahibi yazarın misafirlerine gösterdiği hoşgörünün kaynağı nedir? ‘Anne’ filmine kayıtsız kalmak imkânsız bir şey.

Ya seversiniz, ya da nefret edersiniz. Ben ikinci gruba dâhil olanlardanım.

DOĞU AVRUPA’DAN ÜÇ ÖRNEK

Kariyeri boyunca burjuvazinin içinde yaşadığı açmazları didikleyip bu sınıfı acımasızca eleştiren Haneke, ‘Mutlu Son/Happy End’de de bu alışkanlığını sürdürüyor. Fransa’da göçmenlerin İngiltere’ye geçiş noktası olan Calais’i fon olarak kullanan Avusturyalı yönetmen, filmin odağına yine burjuva konformizmini her yönüyle yaşamaya çabalayan, dünyada olan bitene duyarsız bir aile yerleştiriyor.

Filmin başında tanıtılan (muhteşem bir malikânede yaşayan) inşaatçı burjuva ailenin çok geçmeden tüm bireylerinin mutsuz ve sorunlu olduğunu öğreniyoruz. Haneke, işlevsiz aile, burjuva gerilimi, intikam, suçluluk ve bastırılmış duygular gibi temaların eşliğinde bize kahramanlarını intiharın eşiğindeki bireyler olarak sunuyor.

Ancak Avrupa eski Avrupa değil, şehirler onların soyut duvarlarla uzak tutmaya çalıştıkları ‘işgalci’ göçmenlerle dolu. Ailenin en genç bireyi, filmin görkemli final bölümündeki, gösterişli davete, civardan topladığı gariban göçmenleri getirince aile efradı büyük bir şok yaşar.

Kariyeri boyunca ticari sinemanın kodlarına uymayı reddeden, inandığı değerlerden hiç ödün vermeyen Haneke, bu son filminde karanlık, rahatsız edici, öte yandan tuhaf bir mizah anlayışına da sahip bir sinema dili tutturuyor. Ancak ‘Mutlu Son’un yönetmenin filmografisinde önemli bir yeri olmayacak.

Bu yıl Cannes’da Diane Kruger’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren ‘Paramparça/Aus Dem Nichts’te, Fatih Akın neo-Nazilerin Müslümanlara karşı giriştiği terör faaliyetlerinden esinleniyor.

Kocası ve oğlu ırkçı bir çift tarafından öldürülen bir Alman kadın, kendi adaletini sağlamak için bir araştırma yapıp yollara düşer. Film, dünyayı tehdit eden terör saldırıları üzerine sorulabilecek sosyal ve politik sorulara cevap arıyor.

Nazi sempatizanı bir Yunanlının sahte şahitliğiyle, Hitler hayranı çift beraat edince, hayatına dair her şeyi yaşadığı kayıpla birlikte arkasında bırakan acılı dul, intikam yemini ediyor. Bu rol için Fatih Akın’ın tercih ettiği Diane Kruger anavatanında çevirdiği ilk filmle Cannes’da iz bırakan oyuncu oldu. Ancak bütünüyle Fatih Akın’ın filmi tatminkâr olmaktan uzak.

Ukraynalı usta Sergei Loznitsa, Dostoyevski’den esinlendiği son filmi ‘Uysal Bir Ruh/Krotkaya’da oldukça sert, tavizsiz, rahatsız edici bir Doğu Avrupa portresi çiziyor. Film boyunca adını bile bilmediğimiz bir kadın niye tutuklandığını bilmediğimiz hapisteki kocasına bir koli ulaştırmaya çalışıyor.

İade edilen paketi kocasına elden verebilmek için yollara düşen kadın, vardığı hapishanede kocasının izini bulamaz. Loznitsa, ülkesi vatandaşına şiddet uygulayan, can damarını insanlığını yitirmiş yöneticilerin yarattığı kâbusun içinde, izleyicisini bir geziye götürüyor.

Bu 2,5 saatlik filmi ya seversiniz ya da nefret edersiniz, arası yok. Ben ikinci şıktaki izleyicilerdenim.

 

ALTI FİLMLİK BİR

CANNES SEÇKİSİ

43 yaşındaki Macar yönetmen Kornel Mundruczo, üç yıl önce Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün En İyi Filmi seçilen ‘Beyaz Tanrı/White God’ başyapıtında, köpeklerin isyanını nefes kesici bir sinema diliyle anlatmıştı.

Bu yıl, göçmen hikâyelerine yeni bir çerçeve kazandırdığı, iddialı ve cesur filmi ‘Jüpiterin Uydusu/Jupiter Holdja’ ise ‘Beyaz Tanrı’ kadar etkileyici olamıyor.

Göçmen sorunu üzerine bu fantastik filmde, ormanda ırkçı polislerden kaçarken vurulan, ancak ölmeyip süper güçler kazanan bir göçmenin, ahlaksız bir doktorla birlikte atıldığı maceraları izliyoruz.

Üretkenliği ve insan ilişkilerini işlemedeki başarısıyla tanınan Güney Koreli usta Hong Sang-Soo (57), siyah-beyaz çektiği ‘Ertesi Gün/The Day After’ ile yarıştığı Cannes’dan eli boş ayrıldı. Karısını genç bir kadınla aldatan ve içten içe bunun acısını yaşayan bir adamın başka bir genç kadınla tanışma hikâyesinde, bir yandan vicdan azabı üzerine akıl yürütürken, kadınların toplumsal rolüne dair derinlikli bir karakter incelemesi izliyoruz.

Gündelik hayatın ilginç yönlerinden beslenen öykü, Hong Sang- Soo’ya ‘erkeklik mevhumuyla’ yeni bir yüzleşme fırsatını veriyor.

Bu yıl, Cannes’ın ana yarışmasına ilk kez katılan Jacques Doillon, ‘Rodin’ ile festivalin en sönük, en parıltısız, en sıkıcı filminin yönetmeni olmuştu.

Gelmiş geçmiş en büyük heykel sanatçılarından Rodin’in ölümünün 100. yıldönümünde, yapıtlarının yanı sıra aşklarını da ele alan film, sanatçının 40 yıllık kariyerinde devletten ilk kez sipariş aldığı günlere odaklanıyor.

Uzun yıllardır birlikte yaşadığı Rose’dan sonra Rodin, yetenekli talebesi Camille Claudel’i ilk önce asistanı yapar, sonra da metresi. Tutkulu aşkları on yıl sürer, ancak tüm modellerini yatağa atmakla ünlü heykeltıraş Claudel’e büyük acılar yaşatır. Vincent Lindon’a rağmen çok kötü bir film.

‘İçimdeki Güneş/Un Beau Soleil Interieur’ bu yıl Cannes’da ‘Yönetmenin 15 Günü’ bölümünde büyük ödülü kazanmasına rağmen, Claire Denis’nin kariyerindeki en renksiz ve sönük filmi. Boşanmış, tek çocuklu, Parisli sanatçı bir kadının ‘gerçek’ aşk arayışını anlatan filmde, Juliette Binoche, Gerard Depardieu, Valeria Bruni-Tedeschi gibi karizmatik oyuncuların harcandığını görmek izleyicilerin içini acıtıyor.

Günümüz dünyası ve ilişkilerinin zorluğunu, tanıştığı her erkekle düş kırıklığı yaşayan bir kadının üzerinden anlatan ‘İçimdeki Güneş’ filmekimi programının en zayıf halkalarından biri.

Jacques Damy’nin yönetmen eşi, 89 yaşındaki Agnes Varda’nın 34 yaşındaki Fransız sokak sanatçısı ve fotoğrafçı JR’la yaptığı ‘Mekânlar ve Yüzler/Visages Villages’ 2017 Cannes Film Festivalinin en hoş sürprizlerinden biriydi.

Üretkenliğini sürdüren, Yeni Dalga’nın büyükannesi Varda ile duvarlara yapıştırdığı müthiş fotoğraflarla hayranlık uyandıran JR’ın Fransa taşrasındaki keşifleri, halkla sohbetlerinden oluşan 1,5 saatlik günce-gezi filminde, iki çok özel sanatçı sanat, yaş almak, paylaşmak ve gezmek hakkında önemli şeyler söylüyor.

Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen Ödülü kazandığı ‘Kardaki İzler/Wind River’ ile Taylor Sheridan çağdaş bir western başyapıtına imza atıyor. Doğa kanununun bazen insan kanunlarından üstün olduğunu bize hatırlatan film, ücra bir alanda, karlar altında bir cesedin bulunmasını ve cinayetin araştırılmasını anlatıyor.