Kariyerindeki iki filmle Venedik Film Festivali’nin en büyük iki ödülünü kazanma başarısı gösteren İsrailli Samuel Maoz, ‘Foxtrot’ta savaşın yıkıcılığını ve arkasında bıraktığı travmayı anlatıyor.
16. filmekimi festivalinin 51 filmlik programında Cannes’dan 18, Venedik’ten 13 film vardı. Bunların üçte ikisinin kaliteli, seviyeli yapıtlar olması, sinemaseverlere son yılların en iyi festivalini izleme imkanını tanıdı.
SAVAŞ VE MİLİTARİZM ALEYHTARI BAŞYAPIT
‘Foxtrot’ filmekimi’nde izlediğim 40’a yakın filmin en iyisiydi. Samuel Maoz, kariyerinin ilk filmi ‘Lübnan/Labanon’u içinde dört acemi askerin bulunduğu bir tankın vizöründen anlatmıştı. İkinci filmi ‘Foxtrot’ta, İsrailli yönetmen bizleri yine dört deneyimsiz genç askerin nöbet tuttuğu bir sınır karakoluna götürüyor.
İlk film 2009 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’nü kazanmıştı. İkinci filme, sekiz yıl aradan sonra, aynı festival Jüri Büyük Ödülü’nü (Gümüş Aslan) verdi.
Guillermo Del Toro’nun ‘Aşkın Gücü/The Shape of Water’ı birinci sıraya taşıyan Anette Bening başkanlığındaki jüri, tartışılan bir kararla ‘Foxtrot’u ikinci sıraya itmişti.
Samuel Maoz, askerlik hayatındaki deneyimlerinden yola çıkarak, her iki filmin senaryosunda, savaşın tahribatını, yıkıcılığını ve ardında bıraktığı travmayı işledi.
Film, bir yakının ölüm haberi, yas, yazgı gibi temaların eşliğinde, savaş ve militarizm aleyhtarlığı konusundaki etkileyici mesajlarıyla öne çıkıyor.
Film, deneyimli ordu yetkililerinin Feldman ailesine askerdeki oğulları Jonathan’ın ölüm haberini vermeleriyle başlıyor. Baba Michael (Lior Ashkenazi) haberi soğukkanlılıkla karşılarken, anne Daphna (Sarah Adler) anında bayılıp yere yığılıyor.
Cenaze hazırlıklarını bildirmeye gelen askeri yetkililer, kara haberi alan amca Avigdor, huzurevinde yatan demans hastası büyük anne ile geçirilen beş uzun saatten sonra, bir asker isim benzerliğinden yapılan bir hata yüzünden oğul Jonathan’ın hayatta olduğunu ailesine bildirir.
Bu affedilmez hata ve ihmal yüzünden çılgına dönen Michael, askeri yetkililere oğlunu hemen görmek istediğini söyler. Müspet cevap almayınca hatırlı bir eski asker devreye sokulur.
Filmin ikinci bölümünde, uçsuz bucaksız bir çölün sınır karakolunda, üç arkadaşıyla nöbet tutan Jonathan’ın sıkıntılı ve sıkıcı askerlik serüvenini izleriz. Her an bir düşman saldırısı yaşamanın travmasıyla korkunç bir hata yapan dört deneyimsiz asker, dört günahsız kişinin ölümüne sebep olurlar.
Filme ismini veren Foxtrot kod adı bu karakoldaki katliamın izlerini askeri otoriteler silmede deneyimlidirler.
Jonathan evinin yolunu tutarken kamera Feldman ailesine doğrulur. Her şeye sahip olduğunu zannettiğimiz Michael’e karısı, zayıf, kişiliksiz, yakınlarını mutlu edemeyen bir insan olduğunu söyler. Dile getirilemeyen, halının altına süpürülen acı gerçekler ortaya dökülür. Michael, çocuklarına iyi babalık yapamadığını itiraf eder.
İstemediği çocuğu doğurmasına sebep olan ateist kocasına Daphna, ‘Tanrı senden intikam alıyor’ der.
Samuel Maoz, Jonathan’ın annesiyle babasını anlattığı çizgi roman şeklindeki günlüğünü, etkileyici bir çizgi filme dönüştürüyor. Nöbet tutan Jonathan’ın, canlı bir müzik eşliğinde, elinde silahı olduğu halde dans ettiği sekans ise sinema antolojilerine geçecek güzellikte.
Son noktayı Michael koyar. Karısına, Foxtrot dansının kurallarını öğretirken, “Bu dansta da hayatta olduğu gibi nereye gidersen git, başlangıç noktasına geri dönersin” der.
Tansiyonu hiç düşmeyen, hüzünlü bir gerilim atmosferiyle hayranlığımızı kazanan Samuel Maoz, kariyerini anti- militarist yapıtlarla sürdürmekte kararlı gözüküyor. Bu tutumu İsrail’in aşırı sağcı Kültür Bakanı Miri Regev’i rahatsız etmiş olacak ki, ‘Foxtrot’un Gümüş Aslan kazandığı gün, filmi, İsrail askerlerini kötü gösterdiği gerekçesiyle, yerden yere vurdu.
Miri Regev, mayıs ayında Cannes Film Festivali’nin Açılış Galasında giydiği, eteğinde Kudüs’ün panoramik bir fotoğrafı olan giysisiyle ilgi odağı olmuştu.
İKİ KALİTELİ AMERİKAN FİLMİ
filmekimi’nden hemen sonra sıcağı sıcağına vizyona giren ‘Çavdar Tarlasındaki Asi/Rebel in the Rye’, Amerikan edebiyatının en gizemli yazarlarından olan J. David Salinger’ın yaşam öyküsüne odaklanan, iyi anlatılmış, seviyeli bir otobiyografik film.
‘Açlık Oyunları’ serisi ve ‘The Butler’ filmlerinden aktör olarak tanıdığımız Dany Strong’un, senaryosunu yazıp ilk kez kamera arkasına geçip yönettiği film, ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştiren bir yönetmenden beklenmedik bir beceriyi sergiliyor.
Yıllarca gözlerden uzak yaşayan, okurlarının, hayranlarının ve öğrencilerinin ulaşamayacağı bir şekilde kendini dış dünyadan soyutlayan, edebiyat dünyasının gizemli ismi David Salinger’in fırtınalı hayatını film, mükemmel bir mizansen eşliğinde beyaz perdeye taşıyor.
Genç ve yetenekli bir kısa öykü yazarı olarak, yarattığı Holden Caulfield karakterini bir romana aktarması için, Columbia Üniversitesindeki hocası Whit Burnett (Kevin Spacey) tarafından cesaretlendirilen Salinger’ın (Nicholas Hoult) yazgısını İkinci Dünya Savaşı değiştirir.
Bir yandan da Nobel ve Pulitzer ödülleri sahibi Eugene O’Neill’in kızı Oana ile yaşadığı aşk ve yazar olarak kimliğini bulma çabası, genç adama hayatının en bunalımlı dönemlerini yaşatır. Savaşın dehşeti, esin gücünü kaybetmiş yazara yeni tecrübeler yaşatır ve 20. yüzyıl edebiyatının en büyük eserlerinden ‘Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ bu şekilde doğar.
Film, bu romanını yazış ekseninde yazarın gençlik yıllarını, kendisini bekleyeceğine söz veren sevgilisi Oana’nın, kendisinden 37 yaş büyük Charlie Chaplin ile evlenmesinin yarattığı travmayı, yaşamının son 30 yılında röportaj vermeden, gözden uzak yaşam öyküsünü anlatıyor.
Amerikan sinemasından gelen başarılı ikinci bir film, toplum hayatında kimsenin ilgilenmediği, marjinal, küçük insanların dramını perdeye taşımakla ünlenen Safdie Kardeşlerin ‘Soygun/Good Time’ adlı polisiyesiydi.
Benny ve Joshua Safdie, çok iyi bildikleri New York’un suç dünyasının dehlizlerine bizleri bir geceliğine davet ettikleri bu suç filminde, temposu hiç düşmeyen, dinamik sinema dilleriyle nefes kesici ve özgün bir öykü anlatıyorlar.
Filmin odağında zeki ağabey Connie (Robert Pattinson) ve engelli kardeşi (Benny Safdie) var. Sonu kötü biten bir soygun girişimi sonrasında zihinsel engelli kardeşi tutuklanan Connie, onu kurtarabilmek için zamana karşı yarışacağı bir gecelik bir yolculuğa çıkıyor.
Elektrogitarın başı çektiği Oneohtrix Point Never imzalı gürültülü müzik partisyonu, Safdie’lerin mizansenine hareket katıyor. Safdie’ler, bir saat gibi işleyen filmlerinde izleyiciyi sürüklemek için şablonlara ihtiyaç olmadığını kanıtlıyorlar.
Filmin yükü, saçlarını sarıya boyayan, sakallı (tanımakta zorluk çektiğimiz) Robert Pattinson’un omuzlarında. Şişko Benny Safdie’nin oyunculuğu da mükemmel.
ARJANTİN’DEN USTA İŞİ İKİ FİLM
Son yılların en kaliteli Arjantin filmlerinin senaryo yazarı ve Cannes 2015’te ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ ve ‘FIPRESCI’ ödüllerinin sahibi, ‘La Patata’nın yönetmeni olarak tanıdığımız Santiago Mitre, ‘Zirve/ La Cordillera’ ile mükemmel bir politik filme imza atmış.
37 yaşındaki Buenos Aires’li yönetmenin, ilk gösterimini bu yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde yapan filmi, başroldeki Arjantin’in en önemli oyuncusu Ricardo Darin’in güçlü performansı, özgün konusu ve akıcı kurgusuyla öne çıkıyor.
And Dağları zirvesinde psikolojik gerilimle siyasi gerilimi harmanlayan ‘Zirve’, Şili’de Latin Amerika devletleri başkanlarının yaptıkları, gündemi petrol ve küresel güç olan bir toplantıya odaklanıyor.
Arjantin Devlet Başkanı Hernan Blanco’nun (Ricardo Darin) aklı bambaşka şeylerle meşguldür. Eski damadı kendisine şantaj yapınca Hernan, kızı Marina’yı da zirveye çağırmıştır.
Baba-kız geçmişlerini deşip sırları ortaya çıkınca aralarındaki huzursuzluk artar. Güçlü Brezilya’ya karşı bir komplo hazırlayan ABD, temsilcisi diplomat (Christian Slater) aracılığıyla Hernan’a rüşvet teklif eder.
Politikanın kirli yüzüne ayna tutan, baştan sona ilgiyle izlenen ‘Zirve’, ilk gösterimini Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ta yapmıştı.
Yine aynı festivalin, aynı yan bölümünde prömiyeri yapılan ikinci bir Arjantin filmi, ‘Yalnız Kalpler/La Novia del Deserto’, isminden de anlaşıldığı gibi, karşı cinsten iki yalnız insanın, içimizi ısıtan duygusal öyküsünü anlatıyor.
2013 yılında, Sebastian Lelio’nun başyapıtı ‘Gloria’daki unutulmaz performansıyla Berlin’de En İyi Aktris ödülünü kazanan Paulina Garcia’nın baştan sona sürüklediği film, kadınlar için günümüz dünyasında belirli bir yaştan sonra kendini yeniden keşfetme zorluğunu ele alıyor. Kendini ve hayatını adadığı ailenin yanındaki işini kaybedince hayatı alt üst olan, 54 yaşındaki hizmetçi Cecilia’nın öyküsünü, iki kadın, senarist- yönetmen Cecilia Atan’la Valeria Pivato, insanın içini ısıtan, duygusal bir tonla anlatıyorlar. Filmde, çölde tesadüfen karşılaşan iki yalnız, asosyal insanın birbirlerine tutunarak ayakta kalmaya çalıştıklarını izliyoruz.