Melih Levi ile şiir ve karşılaştığı kavramsal sorunlar üzerine edebiyat dolu bir söyleşi.
Geçtiğimiz günlerde Akbank Sanat’ta, Melih Levi moderatörlüğünde, farklı akademisyen ve şairlerin konuk olarak katıldığı şiir atölyelerinde, şiirin karşılaştığı kavramsal sorunlar tartışıldı.
Her birimizin yaşamında, doğduğumuz andan büyüdüğümüz zamana kadar rol model aldığı bir ses vardır. Bu ses kimi zaman yol gösterir, sarıp sarmalar, kimi zaman güçlüdür, kimi zaman hüzünlü. Kendisi uzaklaşsa bile, içimizde kuvvetli bir inanç bırakır. Sizin ezelden beri aradığınız sestir o. Yaşamınızın anlamı, kendinize varışınızın uzaktan gelip, gittikçe yaklaşan adımları. Öyle ya, kendinize varmak için bazen ne engebeli yollardan geçersiniz, şanslıysanız ve erkenden emek vermişseniz, o sese daha çabuk kavuşursunuz, Melih Levi gibi. Kendisi Amherst College’da İngiliz Dili ve Edebiyatı okuduktan sonra, halen Stanford Üniversitesinde, Karşılaştırmalı Edebiyat alanında doktora yapıyor. 20. yüzyıl Türk, İngiliz ve Alman şiiri üzerine çalışıyor.
Onunla yaptığım iki saatlik sohbette zaman yetmedi, öylesine hızla ilerledi ki sözcükler, yazarken yeniden dirildiler. Bu söyleşiyi kaleme alırken Bach dinliyorum Gminor (Luo Ni).
Hikâyene nasıl başladın? Yaşamında kim sana itici güç oldu?
Anneannem Madam Estella. Bir büyükanne ile büyümek hayatın bir çocuğa verebileceği en güzel hediyelerdendir. Anneanneler bakışlarında geçmişi taşırlar. Kucaklarına uzanıp nefes alışlarını dinlemek muhteşem bir huzur verir insana. Daha derindir nefesleri, daha uzun. Tarifsiz bir teselli vardır anneannenin kurabiyesini kahveye banarak yiyişinde. Anneanne korkudur aynı zamanda. Ya ona bir şey olursa diye ürker çocuk. Ona sıkı sıkı sarılmak ve hiç bırakmamak ister. Bir hüzün vardır anneannenin geçmişi hatırlayışında, camdan dışarı beklentili bakışlarında ve ağır ağır adımlarında. Hüzün duygusunun ne kadar dolu, ne kadar doyurucu olabileceğini anneannemden ve ondan geçmişe dair hikâyeler dinlerken öğrendim. Anneannem aynı zamanda tanıdığım en güçlü kadınlardandır. Haliyle, güçlü insanların olduğu yerde renkler de vardır. Anneannemi de bir renk gibi anlatabilmek isterim.
Seni çok iyi anlıyorum, kendi ailemde de babaannem beni etkiledi ve kitabımı yazdım sonunda. Sen, yazmaya başlamışsın bile, dilerim kısa zamanda devamını getirirsin.
Hüzün, nostalji, melankoli; bunlar edebiyatın ve yazma eyleminin merkezinde olan duygular. Neden bu duygulardan beslenilir?
Çünkü yazmak ayrılığı kabullenmek ve gittikçe derinleştirmek, geri dönülmez bir yola girmektir. Anlatmak istediğiniz bir insan olabilir, bir manzara, bir duygu, bir olay… Anlatma arzusu çok güçlüdür. Hemen kalem kâğıdı çıkarıp yazı masanıza oturursunuz. İlk kelimeyi yazar yazmaz düşündüğünüzden çok daha karmaşık ve çetrefilli bir sürece adım attığınızı hissedersiniz. Evet, anlatmak istediğinize bir adım daha yaklaşmışsınızdır fakat dile hükmedemeyeceğinizi hemen fark edersiniz. Dili şekillendirmek istediğimiz kadar dil de bizi şekillendirir. Anlamı sınırlandırmak asla mümkün olamaz, bu sebeple tek bir kelime bile anlatıda kontrolü elde tutmanın imkânsız olduğuna kanıt gibidir. Birçok yazar hikâyeyi zihinlerinde bir araya getirip geliştirebilirler, fakat tıkanma asıl kalemi eline alınca başlar. Bir kelime, bir cümle yazmak bile insanı tedirgin edebilir. Hüzün, neyi kaybettiğimizi bilmeden bir yitirme duygusunun esiri olmaktır. Yazma sürecinde bu yitirme duygusu kaçınılmazdır ve gittikçe karmaşıklaşarak yazarı, okuyucuyu içine çeker. Her ne kadar üzüntü payı taşısa bile, hüzün dünyaya bakışımızı daha keskin ve nüfuzlu hale getirir. Birçok kişi sonbaharın en hüzünlü mevsim olduğunu söyler. Bence de öyledir, hele hele Akdeniz ülkelerinde. Dolu dolu, sımsıcak, yoğun mu yoğun geçen bir yazdan sonra ağaçtaki yaprakların dökülmesi ve günlerin kısalmasıyla esrarengiz bir kayıp duygusu hükmetmeye başlar. Akşamlar da öyle değil midir? Şarkıcı ne der? “Akşam oldu hüzünlendim ben yine…” Neden akşamları hüzünleniriz? Neden bir şeylerin elimizden kayıp gittiğiniz hissederiz? ‘Gece’ şiirinde Yahya Kemal şöyle der: “Mevsim sonu öyle bir zaman ki / Gaaip bir mûsıkîydi sanki.” Edebiyat, ayrılıklara rağmen buluşmaları mümkün kılıyor.
Peki ya sanatın bize öğrettikleri…
Sanatın bize aşılayabileceği en önemli arzu, özgür olma ve anlamlı bir hayat sürme arzusudur. Toplumun, siyasetin veya ideolojinin olmamızı istediği kişiler değil, kendi yolunu çizebilen ve anlamı varılması gereken bir yer, bir hedef gibi görmektense bir süreç olarak görebilen kişiler olmak çok önemli. Bugün bunu başarmak çok zor. Hedefler hepimiz için önceden belirleniyor. Sorgulamadan, normların dışına pek çıkmadan, en sağlam ve risksiz yol hangisi ise onu seçerek yaşamaya çalışıyoruz. Üstüne üstlük, sosyal medyadan da kopamadığımız için sürekli olarak başkalarının hayatlarını gıpta etmeyi bir alışkanlık haline getiriyor ve popüler olanın, tutulanın kurbanı oluyoruz. Bunlar otomatik hale geldikçe kendimiz için düşünme yetisini maalesef kaybediyoruz.
Sanat bunun tam tersini öğretir. Fakat bunu öğrenmeye de hazır olmamız gerekir. Bugün birçok ortamda öznellik kılığında tembelliğin övüldüğünü görüyoruz. “Sanat herkese başka bir şey ifade edebilir.” Bu kesinlikle doğru bir görüş, şüphesiz! Fakat bugün tüketici toplumunun ağzına sakız olmuş ve bambaşka anlamlara çekilmiş görüşlerden... Sanatla zaman geçiren ve onu sahiden takdir etmeye çalışan kişi, ayrıntıların ne kadar önemli olduğunu kavrayacaktır. “Ben bu eserden şunu anlıyorum. Bence eser şu anlama geliyor” gibi genişlemesine yorumlar yapmanın ne kadar yersiz ve manasız olduğunu görecektir.
Hiç bir şey göründüğü gibi değildir, değil mi? Rene Margitte’in bir pipo resmi üzerine, “Bu bir pipo değildir’’ demesi gibi...
Evet, bu tür panoramik yorumlar, eseri tüketmekten başka bir şey değildir. Bir kutuya koyup, üzerine de kurdeleyi çekip bırakmaktır. Hâlbuki estetik haz alan kişi, sanat eserinin detaylarını takdir edip anlama eylemini bir süreç haline getirir. Sürekli eserin farklı bir yönünü keşfederek onu yorumlar. Toplumumuzda yorumlama yeteneği günden güne o kadar güçsüzleşiyor ki. Bilgili olmak ile bilgi sahibi olmak arasında dağlar kadar fark var. Bilgi sahibi olmak çok kolay… Hele bugün! Telefon, Google, şipşak bilgi elimizde. Fakat bilgili olmak bambaşka bir şey… Bilgili insan merak eden ve yorumlayabilen insandır. Bilgiyi özümsemeden yorumlayabilmek imkânsız. Bir eserle zaman geçirmeden ve onu takdir etmek için emek vermeden yorumlayabilmek de mümkün değil. Başka bir deyişle, evet, tabii ki bir eser herkese farklı şeyler ifade eder, anlamı sınırlanamaz, sonsuzdur. Fakat yorumlamak da emek ister. Bu emeği vermenin ne kadar değerli olduğunu öğrenen kişi de bütünün işleyişi için parçaların en az bütün kadar önemli olduğunu anlar. Bu yüzden okuyan ve sanatla haşır neşir olan toplumlarda bireyin daha çok önemsendiğine şahit oluruz. Toplumsal refah, bireyin hakkını ve özgürlüğünü gözetmeden mümkün olamaz. Ece Ayhan, şairin ayrıntıda da etikçi olması gerektiğini söyler. Bence bu okuyucu için de geçerlidir.
Ahmet Mithat‘ın ‘Felatun Bey ve Rakım Efendi’ romanını İngilizceye çevirdin. Tercüme zorlukları oldu mu? Bu süreçte neler öğrendin?
Tercüme zor olduğu kadar büyülü de bir süreç. Herkesin sevdiği bir şiir seçip başka dile çevirmeye çalışmasını öneririm. Çünkü bu süreçte insanın kendi ifade yeteneği hakkında öğreneceği çok şey var. Çeviriye ilk başladığım zaman, sık sık ‘doğru çevirme’ endişesine kapılırdım. Fakat zamanla ‘doğru çevirmek’ diye bir şeyin olmadığını anladım. Bir sanat eserini ‘doğru çevirmek’ diye bir şey olsaydı eğer, o eseri anlamanın sadece bir yolu olması gerekirdi. Yani o eserin herkese aynı anlamı ifade etmesi gerekirdi. Elbette ki bu doğru değil. Çevirmenin cesur olabilmesi ve risk almayı öğrenmesi gerekir. Metni kelimesi kelimesine çevirmek istersek hiçbir şey başaramayız. Can Yücel’in Shakespeare çevirilerine bakarak çeviride cesur davranmak nedir görebiliriz. 66. Sone’deki , “Tired with all these, for restful death i cry” dizesini kelimesi kelimesine çevireyim derken, “Bütün bunlardan yorulmuşum, huzurlu bir ölüm için haykırırım” diye canına okumak var, bir de Can Yücel gibi “Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni” diye dizeye yepyeni, taptaze bir hayat katmak var. İkincisi çok emek ve cüret ister. Zamanında Avrupa’da edebiyat eğitiminin önemli bir parçasının Latince ve Yunanca gibi eski dillerden çeviri yapmak olması hiç şaşırtıcı değil.
Peki, edebiyat yolculuğun nasıl başladı?
Edebiyata ortaokulda ilgi duymaya başladım. Garip Akımı, özellikle de Orhan Veli’yle tanıştıktan sonra şiire olan ilgim bir bağımlılık raddesine ulaştı. Hep Orhan Veli’yi taklit eden şiirler yazmaya çalışırdım. ‘Anlatamıyorum’ ilk ezberlediğim şiiri olmakla beraber, ‘Ayrılış’ başlıklı kısa şiirinin birçok taklidini yazdığımı hatırlıyorum. Şiir şöyle: “Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; / Serde erkeklik var, ağlayamam.” Ne kadar sade ve güzel bir şiirdir! Orhan Veli tamamlanması mümkün olmayan bir arzuyu en iyi anlatan şairimizdir. Anlatmak her ne kadar imkânsız olsa da duygularımız için doğru kelimeler aramaya değer.
Bundan sonraki projelerin neler?
Boş zamanlarımda, en sevdiğim yazarlardan Tezer Özlü’yü İngilizceye çevirmeye çalışıyorum. Toplumsal bilinçaltını en iyi anlatmış yazarlardan olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda dünya edebiyatını da özümsemiş bir insandı. Italo Svevo, Franz Kafka, Cesare Pavese ve Robert Walser gibi çok önemli yazarları dikkatlice okumuş ve tüm baskılara rağmen var olmayı, var olabilmeyi ve karşı koymayı acısıyla ve gururuyla yazmış bir yazar. İngilizceye kazandırılması gerektiğine inanıyorum. Dikkat ederseniz, çeviriden bahsederken, ‘dile kazandırmak’ lafını kullanıyoruz. Bu demektir ki, bir yazarın o dile çevrilmiş eseri yoksa o dilde bir şey ‘eksiktir’. Her yazar dille yeni şeyler yapar. Günlük hayatta daha çok belli işlevleri yerine getirmek için kullandığımız dile aslında ne kadar yabancı ve uzak olduğumuzu gösterir.
Bu arada sormak istediğim bir soru da, edebiyata, şiire, bu yola baş koyduğu zaman, insan yalnız kalma ihtiyacı hissediyor? Öyle hissediyor musun? Yalnızlığı nasıl yaşıyorsun?
Çok haklısınız. Sanat, hem onu üretenden hem de değerlendirenden, yoğun ve koşulsuz bir ilgi talep ediyor. Bunu başarmak için de çoğu zaman eserle baş başa kalmak, saatler geçirmek ve önyargılarımızla yüzleşmek gerekiyor. Bir eser içselleştirdiğimiz inanışları tepetaklak edip kendimizi yeniden kurgulamayı gerekli kılmıyorsa, ona sanat eseri denemez. Bunu yapabiliyorsa da ona hak ettiği zamanı ve emeği verme arzusundan zaten kaçamayız. Örneğin, şiirleri asla umumi alanda yani bir kafede ya da bir kütüphanede bile okuyamam. Odamda olmam gerekir, çünkü sesli okumadan şiirin müziğini ve kelimelerin tınısını duymak mümkün olmuyor. Bu şekilde okumadığım zaman da şiiri hayata geçirebildiğimi hissetmiyorum. Fakat sesli okuduğumda, hele hele şiiri ezberlemişsem, sanki onun kalp atışını duyar gibi oluyorum. Şiiri, bir deniz kabuğunu kulağıma götürür gibi okumayı seviyorum. Evet, bütün bunlar beraberinde biraz yalnızlık getirebiliyor. Ama toplum olarak da yalnızlıktan ve kendimizle baş başa kalmaktan korkar olmuşuz. Montaigne, “Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız” diyor.
Hüzün dedin, kavuşmanın imkânsızlığı, yitiriş… Peki ya umut?
Nazım Hikmet’in 1948’de kaleme aldığı bir şiir var, ‘Yine Sana Dair’. Sonunda şöyle diyor: “Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, / fakat asla ümitsizliği değil.” Sanat tüm imkânsızlıklara rağmen ümit etmeyi, umut beslemeyi mümkün kılar. Orhan Veli, şiirinde anlatamayacağını kabullenmiş olsa da “Bir yer var biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün” der. Anlatamasak bile, her şeyi söylemenin mümkün olduğu bir yerin var olduğunu bilmek başlı başına bir umut değil midir?