Venedik’ten ödüllü ‘Velayet’ ve ‘Hakaret’ başyapıt seviyesinde iki filmdi. İran toplumsal hayatından eleştirel bir kesit sunan ‘Tehran Taboo’ başarılı bir çizgi filmdi. Arjantin sinemasından gelen ‘Muhteşem Kadın’, Frances McDormand’ın harikalar yarattığı ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ zevkle izlenen filmlerdendi. ‘Borg/Mc Enroe’ ve ‘Ezeli Rekabet’ ile filmekimi, sinefillere müthiş bir tenis ziyafeti çekti. Belçika filmi ‘Sadakat’ ile İtalyan ‘Beni Adınla Çağır’ uzun süreleriyle etkileyiciliğini kaybederek aynı kaderi paylaştılar. Gelecek haftaki yazımızda Haneke’nin ‘Mutlu Son’unu eleştirmeye çalışacağız.
Geçen ay Venedik Film Festivali’nin iki ödüllü filmi, Xavier Legrand’ın ‘Velayet/Jusq’ua la Garde’ı ile Ziad Doueiri’nin ‘Hakaret/L’Insulte’ü kaliteleriyle filmekimi’ne damgasını vurdu.
Henüz ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştiren bir yönetmenden beklenmedik bir beceri ile Xavier Legrand, bir boşanma aşamasında yaşanan toplumsal bir dramdan bir başyapıta imza atma olanağını buldu. ‘Velayet’ Venedik’ten iki ödülle ayrılan tek filmdi. İlk filmlere verilen ‘Geleceğin Aslanı’ ve En İyi Yönetmen ödülleri…
Ziad Doueiri, filminde sıradan bir hakaretin nasıl milli bir krize dönüştüğünü, ülkesi Lübnan’ın yakın tarihinden bir fresk sunarak gözlerimize seriyor.
Yarısından çoğu bir mahkeme salonunda geçen ‘Hakaret’te Lübnan İç Savaşı da var; Hıristiyan Falanjist milisler, Beşir Cemayel de var; Sabra-Şatilla ve Ariel Şaron da var, günümüzün kanayan yarası Ortadoğu sorunları da var.
VENEDİK’TEN ÖDÜLLÜ İKİ BAŞYAPIT
Filmekimi’nin ilk beşine girmeye hak kazanan iki film, Andrey Zvyagintsev’in ‘Sevgisiz’i ile Xavier Legrand’ın ‘Velayet’i konuları ile paralellik taşıyarak, boşanma aşamasında çocukların durumunu otopsi masasına yatırıyor.
Aynı yaşlarda iki erkek çocuk, Rus Alyosha ile Fransız Julien, anne-babalarının ihtilaflı boşanmalarının mutsuzluğunu yaşayan, yazgıları birleşen travmalı iki çocuktur.
Aralarındaki tek fark Alyosha’nın istenmeyen bir çocuk oluşu, Julien’in ise ortak vesayet altında olmasıdır. Bizde gazetelerin üçüncü sayfalarında sık sık rastladığımız boşanma sırasındaki şiddet olaylarının bir benzerine ‘Velayet’te rastlıyoruz. Besson ailesinde, öfke kontrolü yapamayan, şiddet yanlısı, iri kıyım babasının annesini dövmesine ve kötü davranmasına dayanamayan Julien, annesinin yanında kendini iyi hisseder. Kanuni hakkını kullanan babası, annesini taciz etmek için ağzından laf alır, şiddetini silahlı saldırıya kadar uzatır.
Gerçekçilik, toplumsal dram, gerilim ve aile dramı gibi farklı türleri aynı potada yoğurup, gerilimi ve tansiyonu hiç düşmeyen mükemmel bir sinema dili ve mizansen eşliğinde işleyen Xavier Legrand, ilk filmiyle hayranlığımızı kazanıyor.
Beyrut doğumlu, 18 yaşındayken Lübnan Sivil Savaşı sırasında ülkesini terk edip, Amerika ve Fransa’da kendisine bir sinema kariyeri inşa eden Ziad Doueiri (55), dördüncü uzun metrajlı filmi ‘Hakaret’ ile oyuncusu Kamel El Basha’ya Venedik’te En İyi Aktör Ödülü’nü kazandırdı. Lübnan’da basit bir hayat yaşayan, araba tamircisi Hıristiyan Yaser’in bir tamirat yüzünden Filistinli inşaat ustası Tony’ye hakaret etmesiyle başlayan filmde, araya girenlerin bu egoları şişik inatçı iki erkeği barıştırmaya muvaffak olmamaları üzerine, işin adli makamlara taşınmasını izliyoruz.
Yaser’in özür dilemeye gelen Tony’ye, etnik kimliğinden dolayı sataşması üzerine başlayan kavga gerginliği tırmandırır. Ağzı iyi laf yapan, fırsatçı baba-kız iki avukatın yangına körükle gitmeleri, duruşmaları milli bir krize dönüştürür.
Lübnan Devlet Başkanı’nın dahi barıştıramadığı tarafların yazgısını mahkeme tayin edecektir. Lübnan’ın Oscar adayı ‘Hakaret’, Lübnan yakın tarihinden esinlenen tarafların etnik grupları kışkırtması, politikacıların devreye girmesi ve sokak çatışmalarıyla gelişen süreciyle bir polisiye filme dönüşüyor. Ziad Doueiri bizlere filmekimi’nin en hoş sürprizini sunmuş oluyor.
ÜÇ GÜÇLÜ FESTİVAL FİLMİ
Diğer bir sürpriz de ‘Tehran Taboo’ ile İranlı Ali Soozandeh’ten geliyordu. Kariyerinin bu ikinci filmiyle bu yıl Cannes’da Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde dikkatleri üzerine çeken yönetmen, senaryosunu da üstlendiği bu çizgi filmde, ülkesinin toplumsal hayatından başarılı bir kesit sunuyor.
Bu film, sürgünde yaşayıp da anavatanları İran hakkında ciddi eleştiriler getiren, 2007 tarihli Marjane Satrapi’nin ‘Persopolis’inden sonraki ikinci animasyon.
Şiraz doğumlu, 47 yaşındaki Ali Soozandeh, 1995 yılından beri iltica ettiği Almanya’da yaşıyor. Senaryosunu yazdığı ‘Tehran Taboo’, İran’da gençlerin kısıtlamalara ve faşizan kurallara, yasaklara rağmen, yaşama nasıl tutkuyla sarıldıklarını gözler önüne seriyor.
Filmin kahramanları, hapisteki kocasını boşanmaya razı edemeyen, çocuğunu beslemek için vücudunu satan bir kadın, müzisyen bir adam ve tutucu nişanlısıyla evlenebilmenin uğruna kızlık zarını diktirmek için ameliyat parası arayışına giren bir genç kadın…
Rejimin baskısının ve katı kurallarının etrafında dolanmayı bir yaşam tarzına dönüştüren kahramanlarımızın günlük hayatında yaşadıkları acı gerçekleri, sistemin ikiyüzlülüğünü ve çelişkilerini Ali Soozandeh, çarpıcı bir sinema diliyle anlatıyor. Yönetmen sistemin çarpıklığını, ustalıklı bir mizah anlayışıyla, insancıl bir yaklaşımla ele alıyor.
Arjantin sinemasının, Pablo Larrain ile birlikte en önemli iki isminden biri olan Sebastian Lelio, son filmi ‘Muhteşem Kadın’ ile bu yıl Berlin’de En İyi Senaryo Ödülü’nün sahibi oldu.
Yönetmen aynı festivalde ‘Gloria’ ile Paulina Garcia’ya üç yıl önce En İyi Aktris Ödülü’nü kazandırmıştı. ‘Muhteşem Kadın’ ironik bir başlık çünkü filmin odağında bir trans kadın var.
Bir lokantada garsonluk yapan Marina, bir gece kulübünde de şarkı söylemektedir. Kendinden oldukça büyük sevgilisi Fransisco ile doğum gününü kutladığı gece bir felaketle neticelenir. Kalp krizi geçiren Fransisco’nun ölümüyle polis Marina’yı şüpheliler arasına sokar. Yaşlı adamın karısıyla oğlu, Marina’nın cenazeye katılmasını men eder.
Marina’nın sırtında ise veda edilen büyük bir aşkın, yüzleşmesi güç tortusu, geride ve yalnız kalmışlığın ağırlığı ve kendisini dışlayan, hırpalayan bir toplumun karanlık ve acımasız yüzü…
Lelio, Şili’de bir trans birey olarak dünyaya var gücüyle göğüs germenin duygu dolu öyküsünü, bitmiş bir aşkı ve mutluluk hayallerini, yüreklere hitap eden bir dille anlatıyor.
Başroldeki trans oyuncu Daniela Vega, canlandırdığı karakterin iç dünyasını, mükemmel bir performans eşliğinde aktarmayı başarıyor.
İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz (vizyona giremeyen) ‘In Bruges’ filmiyle hayranlığımızı kazanan, Amerikan bağımsız sinemasının güçlü kalemlerinden Martin McDonagh, son filmi ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ ile Venedik Film Festivali’ne katıldı.
Kızı, evlerine yakın bir yerde tecavüz edilerek katledilen bir anneyi gözlemleyen film, Amerikan taşra hayatından sağlam bir kesit sunuyor. Acılı anne Milfred, yetkililerin dikkatini çekebilmek için, karayolundaki üç ilan panosunu kiralıyor ve yerel emniyet güçlerine meydan okuyor.
Kanser hastası komiser (Woody Harrelson) ve psikopat yardımcısı (Sam Rockwell), kalıpların dışına çıkıp kendi savaşını kendi yöntemleriyle veren bu güçlü ve inatçı kadınla baş etmekte zorlanıyorlar. Frances McDormand’ın Oscar adaylığı güçlü olasılık.
FİLMLERİN YÜZDE SEKSENİ İYİYDİ
Belçikalı Michael R. Roskam, ‘Taşkafa/Bullhead’ (2011) ve ‘Kirli Para/The Drop’tan (2014) sonra, üçüncü uzun metrajlı filmi ‘Sadakat/Le Fidele’ ile iyi başlıyor ancak sonunu getiremiyor.
Yine ‘Taşkafa’daki oyuncusu Mathias Schoenaerts ve Fransız Adéle Exarchopoulos ile çevirdiği, Belçika’nın Oscar adayı olarak seçilen film, süresinin uzunluğuyla etkileyiciliğini kaybediyor.
Filmde mafya mensubu gangster Gino, zengin olduğu kadar başına buyruk yarış pilotu Bénédicte’ye âşık olur. Çete arkadaşlarının ısrarıyla soygunlara ara vermeyen Gino ile her şeyi göze alarak birlikteliklerini sürdüren ikili yazgılarını yenebilecekler mi?
Çok iyi başlayan, ilgiyle izlenen film, gereksiz sarkmalarla inandırıcılığını ve temposunu kaybediyor. Süresini yarım saat kısaltabilseydi, dünya prömiyerini Venedik’te yapan bu film, yılın en iyi polisiyeleri arasına girebilirdi.
Aynı hastalığa sahip bir başka film, senaryosunu 89 yaşındaki usta James Ivory’nin yazdığı, Luca Guadagnino’nun yönettiği ‘Beni Adınla Çağır/Call Me By Your Name’i.
‘Benim Adım Aşk’ ve ‘A Bigger Splash’ten tanıdığımız İtalyan yönetmen, 1983 yılında tatilini İtalya’da geçiren bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Andre Aciman’ın çok sevilen romanından alınan film, Amerika’dan gelen bir misafirin, ailenin 17 yaşındaki erkek çocuğuyla yaşadığı eşcinsel aşkına odaklanıyor.
İki Amerikan filmi tenis sever sinefillere lezzetli bir ziyafet sundu; Janus Metz’in ‘Borg/Mc Enroe’su 1980’lerin iki ezeli rakibi, Valerie Faris - Jonathan Dayton ikilisinin, ‘Ezeli Rekabet/ Battle of the Sexes’i, Billie Jean King’le ona meydan okuyan eski şampiyon Robby Riggs’in mücadelesini anlatıyor.
Danimarkalı Januz Metz, spor dünyasının gelmiş geçmiş en büyük, en şiddetli rekabetlerinden, asabi, fevri, heyecanlı John Mc Enroe ile duygudan arınmış zen sükûnetiyle dikkati çeken İsveçli Bjorn Borg’un 1980 Wimbledon’daki finalini, ilk uzun metrajlı filminde anlatıyor.
Borg’a rekor sayısındaki şampiyonluğu (üst üste beş yıl) getiren bu finalin rövanşında, ertesi yıl Amerikalı tenisçi kazanınca, İsveçli efsane, sporu bırakmıştı.
1973’te televizyonda en çok seyredilen spor olayı, hafızalara ‘cinsiyetler savaşı’ olarak geçen dünya kadınlar seri başı Billie Jean King ile kendisine meydan okuyan, eski şampiyon, 54 yaşındaki Robby Riggs’in 100 bin dolar ödüllü maçıydı. Söz konusu maç yalnızca tenis kortunda değil, dönemin ruhuna uygun şekilde cinsiyetçilik, kadınların eşit hak mücadelesi ve feminizmi de gündeme getirmesiyle tüm dünyada yankı bulmuştu. Emma Stone ve Steve Carrell çok başarılı.
Yerim kalmadığı için filmekimi’nin en hoş komedisi, Sally Potter’ın ‘The Party’sinden, filmin vizyona gireceği 27 Ekim’den sonraki haftada söz edeceğim. Bu 71 dakikalık, tiyatro tadındaki, bol sürprizli, sivri dilli, politik soslu, zengin kadrolu film tam bir sinema ziyafeti.