Cevap Kaf Dağının Ardında...

Cennetle cehennem arasında araftan geçen bir sergi Arter’deki ‘Kaf Dağının Ardında’... Sadece gezerek değil, ama içinde zaman geçirerek eserlerle etkileşim haline girerek kısaca içinde yaşayarak deneyimlenmesi gereken bir sergi. Herkes çok sordu, Canan yanıtladı.

Dalia MAYA Sanat
18 Ekim 2017 Çarşamba

Hep aynı şeyleri anlattı belki. Zaten sergideki eserlerini de masallarla birlikte yarattı. Her bir eserin masalını sergi girişinden aldığınız aparatla Canan’ın sesinden dinliyorsunuz. Bir anlamda her izleyiciye eşlik ediyor Canan anlatıları ile. Üç boyutlu enstalasyonlar değil bunlar. Yaşamı, daha doğrusu toplumsal ve bireysel yargılarımızı, yargılarımızın bizde yarattığı hapsedilmişlikleri, dışarıda aradığımız ancak hep içimizde bulduğumuz kaygı, korku ve endişelerimizle örtülmüş, örttüğümüz kendi özümüzü, özgürlük halimizi, umudu ve sevgiyi içimizde bulmamıza kadim masalların da katkısıyla rehberlik eden bir sergi. 

 Birçok izleyicinin aklına, Clarissa P. Estes’in ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ kitabını getirdi sergi. Zaten siz de ‘Ay Işığında Yıkanan Kadınlar’ isimli eserinizde bu kitaptan bahsediyorsunuz.

Kitaptan yola çıkarak yapmadım sergiyi. Kitabı aslında 7-8 sene evvel okumuştum. Ayrıca 2016’nın başında böyle bir okuma yaptık Nazlı Gürlek’le. Ama zaten kolektif bilinçaltından bahsediyoruz. O ara kitaptan bağımsız olarak mitolojilere, masallara, rüyalara girdim. Biraz Jung okudum, gölge arketipini (ilk örnek)okudum. Aslında hepsi aynı şeyden bahsediyor.

Kurtlarla Koşan Kadınlar’da der ki, “Hiç bir kurt yavrusuna, eğer içgüdüleri uzak durmasını söylüyorsa, o kişiye karşı nazik ol, sessiz o, kibar ol demez.  Ya tırnaklarını çıkart ya dişlerini göster ya da kaç der. Bizse, genel olarak çocuklarımıza nazik ol deriz. Yanımızdaki insanlara kendi içgüdülerimize güvenmeden nazik olmaya çalışırız. Oysa dinlesek içgüdülerimiz bize söyler karşımızdaki kişiden hoşlanmadığımızı ya da onun enerjisini beğenmediğimizi...”

Oysa biz, genelde o içgüdülerimizi kaybediyoruz, onlara güvenmeyi kaybediyoruz daha doğrusu. Ondan sonra da sıkıntılar başlıyor.

 Biraz hikâyelerimizi de kaybettik sanki. Başarı odaklı bir yaşam algısı, deneyimden çok sonuç odaklı olmak, çocuklarımızı büyükanne büyükbabalardan, ninelerden dedelerden ayrı, bir an önce küçücük yaştan itibaren eğitime diye koştururken; mutfakta yemeğin piştiği ocaktan uzak bırakarak hikâyelerimizi de kaybettik. Sanki seyirci gibi izliyoruz, içine dâhil olmuyoruz yaşamın?

Öyle düşünmüyorum. Okullarda bir sürü masallar okutuluyor. Bir arkadaşım kızını büyütürken Grimm Masallarını 13 yaşına kadar çocuklara okutulmaması gerektiğini, korku öğesi barındırdığını söylüyordu. Bana o zamanlar mantıklı gelmişti. Şimdi çok mantıklı gelmiyor. Korkudan uzak tutmak tamam ama zaten yaşamın korkusuyla baş başa çocuklarımız. O çocuğa sen deprem korkusunu veriyorsun... Bizim çocukluğumuzda dünyaya ait büyük sorumluluklar sırtımıza yüklenmemişti. Deprem olacak, küresel ısınma var, dünya yok olacak düşüncesi çocukluğumuzda sırtımızda değildi. Ama şimdiki çocuklara sürekli bu bilgi pompalanıyor. Ve çocuklar gerçekten çok büyük bir umutsuzlukla yaşama başlıyorlar.  Bu korkuları sürekli yaşamak ya da sürekli bunları düşünmek geleceğe karşı umutları biraz yok ediyor. Bu, değil bir çocuğun, bir yetişkinin bile sırtına yüklenmeyecek bir sorumluluk. Elbette günlük yaşamımızda dünyaya ait sorunları bir şekilde biliyoruz ve bireysel olarak belki kendimize düşen sorumlulukları da yerine getirebiliriz. Ama bunun için her şeyden vazgeçmek ve sadece bunu düşünerek karamsar bir hale gelmek hem yetişkin hem de çocuklar için çok büyük bir sorun. Bence masallar, mitolojiler bunu daha yumuşak bir şekilde insanlara sunuyor. Baktığımızda aslında masallar, mitolojiler ya da rüyalar yani bilinçaltımız bu yüzden var: bilinç her şeyi taşıyamıyor. Bütün sıkıntıları bilinçaltına atıyor ve orada onu sembollere dönüştürerek bir şekilde rahatlama sağlıyor. Bununla halleşmemizi sağlıyor. Bazen tabi bazı sıkıntılarla yüzleşmek gerekiyor ama bunu sembolize etmek mitolojik olarak ya da masal olarak mümkün. Mesela ‘Kırmızı Başlıklı Kız’a bakarsak, kurt var tamam ama orada başka bir referans, başka bir öğreti var. Beğenirsiniz beğenmezsiniz ama kolektif hafıza ile o bir masala dönmüştür ve oradan bir şeyler söylenir.

 Tam da bunu soruyorum, çocuklara “okumayalım” dedikçe, çocukları başka yerlere koşturdukça, o kadim bilgelikten toplumsal olarak uzaklaşmıyor muyuz?

Evet, ama günlük hayatta belki nineler, büyükanneler söylemiyor ama bir şekilde o masalları okullarda okuyorlar. Tabi orada da prenses algısına doğru bir gidiş var maalesef kız çocukları için, erkek çocukları için de daha savaş sahneli... Ancak, kolektif hafızadan beslenilerek yazılmış masalarla karşılaşmak o anlamda daha iyileştirici olur.

Hayvanlar Alemi


Bu sergi de bir karşılaştırma noktası kanımca.İçinde dolaşıp, içinde yaşanması gereken bir sergi bence.  Mesela, simurgların arasına oturup orda zaman geçirme, içine girip yaşama ihtiyacı hissettim.  Oturabilirsiniz... Ne güzel, duygusunu hissetmişsiniz demek ki.

 Sergiye dönersek, ben cennette insanın cahil saflık halini gördüm. O safdillik, parıltı, şaşa, insanın orada kalmaya yönelten cazibe. Sonra araf katında safdillikten kendi cennetine ulaşma çabası ve sürekli tanrıçalarla tüm yolculukta korunma hali ve cehennem adında olup kendi cehennem olmayan yerde de kendi cennetimiz olduğunu da düşündüm.

Herkes nasıl tariflerse. Sonuçta kişisel olarak şunu söyleyebilirim kendi cehennemimi kendim yarattım ama bunu fark etmek; korkularımı kaygılarımı görmek, başkalarının gözleri ile kendimi yargıladığımı, sürekli bunların içerisinde gezdiğimi dolaştığımı görmek... Bu benim cehennemim.

Araf fark edip o dönüşümü sağlamak. Çünkü bunları fark etmek dönüşümü sağlamıyor. Tekrar tekrar fark etmek lazım. Her an aynı kaygıya düşebiliyoruz. Bu, bütün kaygılardan endişelerden kurtulmak anlamına da gelmiyor. Çünkü toplumsal bir canlıyız, birlikte yaşıyoruz.  Başkalarının eleştirileri, bakış açılarıyla da onayı çoğu zaman bizim için önemli. Yine de, bu sıkıntıları yaşarken biraz dışarı çıkıp “Ben niye kızdım, neden öfkelendim, neden sevindim ya da neden bu kadar sevgiye ihtiyacım var?” diye kendimize sorabiliriz. Cevapları görmek ve ondan sonra devam etmek biraz kolaylaştırıyor hayatı. En azından bireysel olarak mutluluğu sağlamaya çalışmak oluyor.

 Beyoğlu’nda sokaklara bile taşmış serginiz.  Beyoğlu’nda, Karaköy’de sokaklarda, kaldırımlarda adımınızın altında ya da duvarlarda bakışınızın hizasında, hiç beklemediğiniz yerlerde Kaf Dağının canlıları dolaşıyor. Onların etiketleri her yerde.

Valla o benim yaptığım bir şey değil. O nasıl gelişti bilmiyorum.

 İstanbul Kaf Dağı mı bu durumda?

Keşke Kaf Dağı olsa İstanbul. Herkesin kendini bulduğu bir yer olsa İstanbul. Ne güzel olur. İzleyiciler katkıda bulunuyor; sosyal medyada bakınca o etiketleri kendi üzerine yapıştıranlar, laptoplarına yapıştıranlar, bununla fotoğraf çekenler var. ‘Dışarıda Çok Kötülük’ var adlı enstalasyona tüy bırakanlar oluyor. Bir şekilde katkıda bulunup dönüştürüyorlar. O açıdan bir interaktifliği de içinde barındırıyor olması, izleyicilerin de burada bir şeyler yapıyor olması beni çok mutlu ediyor.

 Bir de zaman ve mekân da yok sergide. Hikâyeleri tekrar tekrar dinleyenler de var. Yaşamda da zaman var mı?

Zaman bu aralar benim çok sorguladığım bir şey. Bir yandan zamanda yaşıyoruz ama aslında zamansızız.  Kavramsal ya da imgesel olarak düşündüğümüzde zamansız yaşıyoruz. Kendi bedenimizin içindeki ruh. Dün Ursula Le Guin’in yaşlılık üzerine bir yazısını okudum. Şöyle söylüyor: “Hiç bir zaman güzel bir kadın olduğumu düşünmedim ama güzellik gençliktedir. Yaşlılığın da başka özellikleri vardır. Sadece aynaya baktığımda şunu fark ediyorum: kafamdaki kadın imgesi bu değil! Yaşlandıkça bunu daha çok fark ediyorum.” Ben de kendi bedenimi düşündüğümde daha farklı bir kadın düşünüyorum. Aynaya bakınca bambaşka bir insanla karşılaşıyorum. Bu bedeninden soyutlanma değil ama insan 30’lu yaşlarındaki bedeni ile mi kendini eşleştiriyor? Yani orada bir zamansızlık söz konusu. Yedi yaşındayken âşık olduğumdaki hislerle şu anda âşık olduğumdaki hisler aynı. Hiç bir şey değişmiyor. Duygularda bir zamansızlık var gerçekten. Ya da zihindeki düşüncelerde. Yedi yaşında da daha kavramsal bir şeyi düşünürsünüz. Belki onu o gün tam olarak çözemezsiniz. 50’nizden sonra ise teorik olarak çözebilirsiniz. Zamanın böyle kolaylaştırıcı bir tarafı var ama genelde bireyler olarak zamansızız diye düşünüyorum.

 Belki öze baktığımızda ‘birey’siz de miyiz?

Cennet kurgusunda da söylüyorum. Ancak farklılıklarımızı bir araya getirdiğimizde, başkalarının yargıları olmadığı zaman, ulaşabiliriz mutluluğa... Herkes başkasının kendisini yargılamadığı ya da kendisinin oto sansür uygulamadığı yerde olmak, özgürlük hissini yaşamak ister. Annemizin karnından hepimiz çıplak doğuyoruz. Bedenimiz böyle bir şey. Beden utanılacak, saklanılacak bir şey değil. Sonuçta kendi başımıza kaldığımızda utanç duygusunu hissetmiyoruz. Utanç duygusu bize dışarıdan verilen bir şey. Beden bize ait çok doğal bir şey. Hayvanlar bu duyguyu hissetmiyor herhalde. Sadece başka kurallardan dolayı biz bedenimizle başka türlü bir ilişki kurmak zorunda kalıyoruz maalesef.

 

 Bu sergiyi biraz da nefes alma alanı olarak gördüm. Geçtiğimiz günlerde, öpüşen bir çifte ceza yazıldı. Gidişatın bu kadar utancı ve kapanmayı; görünürde kadının ama aslında erkeğin de sınırlar içine hapsedildiği bir dönemde, bedenin bu kadar doğal olduğunu, süt vermenin bu kadar doğal olduğunu – belki de bilgeliklerin sütle ve bedenle nesilden nesile aktarıldığını- dile getiren bir sergiyi açmış olmak da bir cesaret işi değil mi?

Cesaret, masalda da dediğim gibi, korkmana rağmen ilerlemektir. Cesaret, korkusuz olmak değil. Hepimizin korkuları var. Ama bu işlerimi sergilerken kaygı duymadım. Çünkü gerçekten her şey çok doğal ve izleyenler de öyle alıyorlar.  Her kesimden gelip izleyenler oldu. Sadece var olan bazı kontrol mekanizmalarının dışına çeşitli sebeplerle çıkmak istemiyor insanlar. Yoksa herkes birbirini sevmeyi, öpüşmeyi, sevişmeyi, aşkı yaşamak istiyor. Sokakta kavga eden insanlar gördüğümüzde müdahale etmiyor, uzaklaşıyoruz. Ama iki insan öpüştüğü zaman hemen kınanıyor ya da bir şekilde sıkıntı yaratıyor. Bırakın insanlar öpüşsün. Dünyada yapılabilecek en güzel şey bu herhalde.