Haydi vur kendini şaraba, kedere ve aşka vur”, İspanyol Meyhanesi zihnimizde çaladursun; biz şarkının melankolisiyle 16. yüzyıl Roma´sının arka sokaklarına, her türlü kötülüğün yaşandığı izbe mekanlara, vebanın ve mezhep savaşlarının Avrupa’yı kasıp kavurduğu bir döneme gidelim yine. Bir önceki yazımda Rembrandt’ı anlatmıştım, bu kez çağdaşı, İtalyan bir başka büyük ustadan bahsedeceğim, Michelangelo Merisi da Caravaggio.
Bir miktar ekstravagan haller dışarıdan eğlenceli görünse de delilikle dâhilik arasında hırpalanan sanatçı öyküsünden geçilmez sanat tarihi. Tecavüzcü Polanski, hırsız Jean Genet, cani Caravaggio ve kendi kendinin katili binlercesi. Delilik sanatçılığın şanındandır diyerek yüceltilecek bir tarafı da yoktur bu hayatların ama deneyimlerine baktıkça, ruhsal sorunlarından gelen acıları bir ölçüde sanatlarına aktarabildiklerini anlıyoruz.
Trajedi, zevk ve ölüm, bu üç kelime bile yeter onun sanatını anlatmaya. Caravaggio çocuk yaşlarda anne ve babasını kaybettikten sonra ailesi dağılmış ve yapayalnız kaldı. Milano ve Roma’da çeşitli ustaların yanında resim eğitimi almış ve yeteneğini kısa zamanda fark ettirmişti. Hırçın, asi ve sert bir mizacı vardı. İki cinayet, taşkınlık ve saldırılarla geçen kriminal yaşamı erken sonlanmış, geriye Barok Sanat’ın en büyük ustalarından biri kalmıştır.
Barok sanatın en büyük ustalarından biri
İtalya’da kilise etkisinde doğan Barok, Cizvitlerin himayesinde sanatın bütün alanlarında görkemli ürünlerin çıktığı bir dönemdi. 1534’te kurulan Cizvit Tarikatı, Luther’in başlattığı reforma karşı gelenlerin ve Rönesans’ın gösterişine tepki olarak kilisenin saflık ve ağırbaşlılık gibi insani değerlere dönmesini isteyenlerin yeni adresiydi. 1600’lerin başlarında Roma, tarihinin en verimli dönemini yaşamaktaydı. Kuzeyli reformcular Papa’nın otoritesini tanımıyor ve artık Roma’ya vergi vermek istemiyordu. Ancak Papa V. Sixtus’un yaptığı imar faaliyetleri sayesinde, çok sayıda kilisenin inşası, St. Peter Kilisesi’nin kubbesinin bitirilişi vs. mimarlara, heykeltıraşlara ve ressamlara iş olanakları sağlamıştı. Bu durum Roma’da hac turizminin patlamasına da neden olmuş ve kent çekim merkezi haline gelmişti. Daha önce Roma’da ne ticaret ne de üretim vardı; halkın çoğu kiliseden gelen yardımlarla geçiniyordu. Kilisenin hiyerarşiyi düzene koyup, Papa’nın otoritesini güçlendirmesi ve reform hareketlerinin sonucu olarak yaşanan bu inşaat patlamasının nedeni; Katolik inancını temsil eden şehrin, gösterişli olması gerektiği düşüncesi ve itibar arayışıydı.
Roma’ya geldiğinde ne bir adresi ne de bir planı vardı Caravaggio’nun, her bulduğu yerde çalışıyordu. Sokak çalgıcıları, kadın ve erkek fahişelerden oluşan bir çevrede, acının, istismarın, yorgunluğun ve gündelik yaşamın izlerini gözlemliyordu. 1596 yılında Kardinal Francesco Maria Del Monte tarafından keşfedildi. Evini açarak hamiliğini yapan Kardinale karşılık olarak çoğunluğu erotik figürler yaptı genç adam. Birkaç kilise dekorasyonundan sonra buradaki eşcinsel yaşamı bırakıp, başka bir ustanın yanında çalışmaya başladı, hiç atölyesi olmadı.
Gerçek model kullanarak ve eskiz yapmadan resme başlardı. Kullandığı modeller sokaktaki insanlardı. Bir azizi anlatırken, yoldan geçen garibanı ya da Meryem’i resmederken herkesin bildiği bir hayat kadınını model olarak kullanmaktan çekinmemişti. Oysaki kilise, bir kurul tarafından belirlenen kurallar içinde; mütevazı hayat süren dindarları incitmeyecek ve kendi saygınlığına gölge düşürmeyecek, aynı zamanda da cahil insanları eğitecek tarzda işler yapmalarını bekliyordu sanatçılardan.
Meyva Sepetli Oğlan, Galleria Borghese, Roma
Caravaggio ve Nietzsche benzerliği
Dionysos kültü Hıristiyanlıkta da devam etmiş ve Caravaggio’dan çok sonra gelecek düşünürlere ilham vermiştir. Nietzsche ilk yapıtı Tragedya’nın Doğuşu’ nda yaşama ve insana dair düşüncelerini, sanatın kökeninde var olan iki Yunan Tanrısı üzerinden ele alır. Apollon ve Dionysos’u anlamca yücelterek, bu iki kavramla sanatın oluşumuna referans verir. Nietzsche’ye göre estetiğin temeli ve insanın yaratıcı gücünü ortak olarak şekillendiren, yön veren bu iki imgedir. Doğa, bu kavramlarla yaratır ve yıkar. Hem marazlı yanları hem de gerçeği arayışlarıyla Caravaggio ve Nietzsche birbirlerine benziyorlar doğrusu.
Apollon ve Dionysos; bilinç ve bilinçdışının, aklın ve güdülerin, ölçü ve taşkınlığın temsilleridir. Nietzsche yaşamı bütünselliği ile ele almak ister ve onu parçalayan her şeyle hesaplaşmaya girişir. Gerçeklik, ne ahlak kuralları, ne din kuralları ne de filozofların retoriğiyle tümüyle kavranabilir. Bu türden düşsel yaratımlarla veya fantezilerle yaşamın acı veren yönlerinden, yani gerçeklerden kaçtığımıza işaret eder.
Oysa sanat, yaşamın sadece olumlu yanlarını değil, aynı zamanda olumsuzluklarını ve acılarını açığa çıkarabilme gücüne sahiptir ve ona mazeret aramaz. İzleyicinin yapıtta gördükleri yaşamın en çirkin ve en bayağı yüzü olsa bile, bir farkındalık yaratarak yaşamını zenginleştirir. Kötülüğün verdiği yıkıma karşı bağışıklık kazandıran aşı gibidir.
Chiaroscuro tekniği ile resim yaptı
O inancın resmini yapmak istemiş, resim yoluyla insan ile tanrı arasındaki bağı hissettirmeye çalışmıştı. Otoritenin hoşuna gitmese de sokaktaki adamın kalbine, kendine benzeyen modellerle gireceğini düşünmüştü. Dini ayağa düşürmek değil, tam tersi en alttakinin yaşamının kutsallığına vurgu yapmak istemişti belki. Vecd halini anlatmak ve gerçeği olduğu gibi resmetmekti bütün iddiası, o zaman için bu çok yeni bir şeydi.
Rönesans resminin soylu kişilikleri, ağırbaşlı kompozisyonlarının yerini Barok’ta duygu yüklü ifadeler, abartılı hareketler, gösteriş ve heyecan almıştı. Caravaggio’nun geliştirdiği Chiaroscuro tekniği, çarpıcı bir etki yaratmak üzere abartılı ışık ve gölge kontrastı uygulamasıdır. Bu teknik, resimlerindeki duygu ve hareketi sert bir ışık kullanımıyla dramatize eden sanatçının alamet-i farikasıdır. Diagonal olarak resmi aydınlatan bir tür mahzen ışığıdır bu, resme ruhani bir anlam yükler ve izleyeni havaya sokar.
Doğa, duyguları ifade etmenin en iyi aracıdır. Caravaggio hayatın ince ve gizli anlamlarını çözmeye çalışan biriydi. Bağ bozumu zamanı geldi de geçti bile ama bir üzüm salkımını bu kadar muhteşem resmeden Caravaggio söz konusu olunca, size Hasta Baküs ve Meyve Sepetli Oğlan adlı portrelerini anlatmak geldi içimden. Sanatçı resme başladığı yıllarda oto portreler ve ölü doğa resimleri yapmıştı daha çok, çünkü natürmort tür olarak yaygınlaşmaya başlamıştı o dönemde.
Hasta Baküs sanatçının bilinen ilk oto portresidir. Yüzündeki solgun ifade hasta, yaralı veya akşamdan kalma olduğunu düşündürmektedir. Başındaki asma yapraklarından taç, elindeki salkım ve masanın üzerindeki meyveler de Baküs’ün tanrısal sembolleridir. Burada eğlence, keyif, sağlık ve coşkuyu niteleyen bir tanrıyı, sıradan insanlar gibi zafiyet içinde gösterir.
Meyve Sepetli Oğlan adlı resmi Del Monte’nin evinde yaşarken yaptı. Kuzey İtalya resminde, pazarda meyve satıcısı kadın figürleri yaygındır konu olarak. Caravaggio kadın yerine, genç bir oğlanı yerleştirir kompozisyona ve onu meyvelerden çok, kendisini sunar gibi gösterir, sanki bakışlarıyla bir davette bulunmaktadır. Tat alma duyusunu anlatmak ister meyve tabağıyla da. Figürün vücudunun beyazlığına karşın, elleri ile yüzünün amele yanığından ve kadehi tutan elin tırnaklarının kirinden, modelin yevmiye ile tutulmuş biri olduğunu anlıyoruz, bu resim Tanrı’ya yine bir meydan okumadır.
Hatırlayacağınız üzere Baküs, nam-ı diğer Dionysos Şarap Tanrısı’dır mitolojide. Dionysos iki kere doğan anlamındadır ve ölüp ölüp dirilen bir hikayesi vardır (asma gibi kışın kuruyup, baharda canlanan). Sanatçının hayatına da benzer bu durum, sayısız kez koruyucuları tarafından hapse girmekten ve ölümden kurtulmuştur.
Dionysos ve Apollon simgeleri
Dionysos arzulayan bedeni ve güç istencini, Apollon onu kastre eden bilinci, zihni temsil eder. İnsanın bilinçdışını, çiğliğini, ilkel güdülerini, vahşi ve doğal yönünü yansıtır Dionysos, popüler tabirle sürüngen beynimizdir. Coşkunun, özgürlüğün ve taşkınlığın alanıdır. İnsanın kendini bilmesini ve farkındalığını paramparça eden bu tanrı, esrikliği ile aynı zamanda içinde deliliği barındıran; hem gerçek hem de metaforik anlamıyla sarhoşluktur.
1609’daki Roma seyahati dönüşünde Deliliğe Övgü’yü yazan Erasmus, o dönemin kilisesine, bağnazlığına ve din adamlarına karşı eleştirilerini dile getirmişti. Kara mizahın ardında, kuralsızlığın, vahşetin ve acımasızlığın ulu orta yaşandığı bir Roma vardı. Caravaggio’nun çoğu resmindeki şiddet pornografisi, saldırgan dili ve korku duygusu gerçek yaşamının da yansımasıdır. Gençliğini Erasmus’un bahsettiği Roma sokaklarında parasız, ümitsiz ve korkusuz insanlar arasında geçiren sanatçı, neredeyse her gün sokak ortasında bir infaza tanık oluyordu. Suçluların kafaları törensellik içinde kesilerek; Castel Sant Angelo’nun duvarında, siyah bir kumaş üstüne ve iki meşale arasına çivilenerek sergileniyordu o dönemde, şüphesiz bu gaddarlıktan etkilenmişti.
Kardinalin desteğiyle gelen şan şöhret de onu mutlu etmeye yetmedi. İşlediği cinayetten dolayı Roma’dan kaçmak zorunda kaldı. Hayatının geri kalanı bir işkenceden farksızdı. 17. yy Avrupa resmini etkilemiş bir ressam olarak, 1610 yılında macera dolu hayatı bir bataklıkta son buldu.
Bırakalım o yılların Roma’sını bugün Halep’te, Musul’da, Diyarbakır’da, İstanbul’un birçok mahallesinde, çocukların gözleri önünde ne türden vahşetin sergilendiğinin ve nelere maruz kaldıklarının tanığıyız. Çocuklar ölmesin diyenin cezalandırıldığı; yan bakanın örgütçü, hak savunanın casus ilan edildiği ve gök kuşağından nem kapıldığı bir zamanda, sarhoşluk mu, delilik mi bilemem ancak bu akla zarar uygulamaların yarattığı toplumsal çürümenin bedelini hep birlikte uzun yıllar ödeyeceğiz.
Herkes kendisine şu sorunun samimi cevabını versin; içinden geçtiğimiz müstesna dönemde deliliği övelim mi, yoksa “yeter yeter” deyip “öleceksek ölelim” mi?
Kaynaklar:
- What Paintings Say: 100 Masterpieces in Detail/ Rose-Marie Hagen ve Rainer Hagen
- Caravaggio, Art Book
- Nietzsche’nin Sanat Anlayışı Bağlamında Apollon ve Dionysos/ Şengün M.Acar Vanleene, Felsefe Dünyası, Sayı 53