Trude Feldman, Çekoslovakya’nın Bratislava şehrinde doğdu. Dokuz yaşındayken teyzesi ve kuzeniyle birlikte, trene binerek ülkeden kaçtı. İngiltere’ye vardıktan sonra, sürekli olarak farklı evlerde evlatlık olarak yaşadı ve farklı okullarda öğrenim gördü. Yetişkin bir kız olduktan sonra fen öğretmeni oldu ve evlenerek kendi ailesini kurdu. Trude, araştırmaya hâlâ devam etmesine rağmen annesinin ve diğer aile bireylerinin akıbetini asla keşfedemedi.
Trude’nin, Hitler’in Almanya’daki yükselişi ile ilgili net bir anısı yok denecek kadar az. Sadece onun, çok yüksek bir ses tonu ile radyoda yaptığı propaganda konuşmalarını anımsıyor. Ayrıca babasının, Avusturya’da yaşayan kız kardeşlerinin, Nazilerin oradaki Yahudilere yaptıkları gaddar davranışlarını anlattıklarını hatırlıyor. Mart 1938 tarihinde, Almanya Avusturya’yı ilhak ettiği zaman (Anschluss), babasının Viyana’da yaşayan annesi ile iki kız kardeşini, şehir dışında yaşayan bir akrabalarının yanına gönderdiğini hatırlıyor. Aynı dönemde İngiltere Başbakanı Chamberlain, Hitler’le konuşmak üzere Almanya’ya gelmiş ve onunla, Sudet Bölgesinin işgal edilmemesi gerektiğini tartışmıştı. Sonuç sıfırdı. Artık Feldman ailesinin kaderi yazılmıştı. Ebeveynleri, Trude ve diğer iki kardeşini emniyete alabilmek için, ellerindeki bütün imkânları kullanıp, onları ülkeden dışarıya göndereceklerdi.
İlk gönderilen, Trude’nin ablası oldu. 31 Aralık 1938 tarihinde, Londra’da Kew Gardens’da yaşayan bir aile onu evlatlık olarak yanlarına aldı. Ağabeyi Paul, Londra’da bir kürk mağazasında iş bulduktan sonra, Mayıs 1939’da Londra’ya gitti. Trude gitgide artan tehlikeyi çok iyi anımsıyor. Almanlar Slovakya’yı işgal ettiklerinde, küçük kız okuldaki sınıfın penceresinden, sokakta ilerleyen Alman tanklarını gördüğünü net hatırlıyor.
Trude’nin, evi terk etmek zorunda kalmış olmanın sıkıntılarına ait anıları çok silik. Teyzesi, Londra’da bir evde hizmetçilik işi bulduğunda, oraya giderken kendi kızını ve Trude’yi de yanında götürmüştü. Bir sabah, bir taksiye doluşmuş, tren istasyonuna gitmişlerdi. Trenle yaptıkları, dört günlük zorlu yolculuk sırasında defalarca askeri güçler tarafından durdurulup kontrol edilmişlerdi. Trenden inince, Flushing’den, Harwick’e giden bir gemiye binmişlerdi. Daha sonra tekrar bir trene binerek nihayet bir gece yarısı Liverpool Street istasyonuna inmişlerdi.
Trude’nin İngiltere’deki ilk ayları çok acılı ve sıkıntılı geçti. Yaşadığı evlerin, çok soğuk ve cereyanlı olması, evdekilerin ona çok yabancı olması, İngilizceyi hiç bilmemesi, verilen yiyeceklerin alışık olmadığı tatlarda olması, aile ve yuva özlemi çocukta çok derin yaralar açıyordu. Yanında kaldığı aileler ona her ne kadar yardımcı olmaya çalışsalar da o yeterli saygı ve değeri onlara veremiyordu. Aslında amcası ve yengesi ile birlikte Amerika’ya gidecekti ama savaş patlak verince üç değişik ailenin yanında yıllarca yaşamak zorunda kaldı. Ailesinden tamamen kopmuştu ve bu konuda hiç umudu kalmamıştı. Buna rağmen kardeşleri ile olan iletişimi hiç kopmamıştı, nadiren fırsat bulup buluşuyorlardı. Arada Kızılhaç aracılığı ile mektuplaşıyorlardı ama mektuplar ancak 6-7 ayda bir ulaşabiliyordu.
Trude çok başarılı bir öğrenciydi. Özellikle fen derslerinde çok başarılıydı. Savaştan sonraki yıllarda Leeds Üniversitesinde öğrenci iken müstakbel eşi Norman Silman ile tanıştılar. Daha sonra evlenip mutlu bir aile kurdular. İki çocukları oldu. Ağabeyi ve ablası da evlendiler ve İngiltere’de yaşamaya devam ettiler.
Trude hiçbir zaman ailesinin akıbetini araştırmaktan vazgeçmedi. Babasının Auschwitz’de öldüğünü öğrendi. Annesinin ve diğer aile bireylerinin başlarına neler geldiğini hâlâ öğrenemedi. Ama araştırmaya devam ediyor.
Trude hâlâ Leeds’de yaşıyor. Holokost vakıflarında gönüllü olarak çalışıyor. Özellikle okullara giderek, Holokost’u anlatıyor. Öğrencilere küçük bir yavru kuş iken yuvasından nasıl koparıldığını anlatıyor. Gençlere umut ve hoşgörü mesajları vermeyi unutmuyor.