Whoever you are; I have always depended on the kindness of strangers. / Kim olursanız olun, ben her zaman yabancıların nezaketine güvenmişimdir.” Blanche (final replik)
‘Arzu Tramvayı’nın nisan ortalarında Oyun Atölyesi’nde prömiyer yapmasına birkaç gün kala iptal edilmesi, magazin basınının üzerine iştahla atıldığı bir habere dönüşerek fazlasıyla tüketilmişti. Amacı sadece izlediklerime ait duygularımı okuyucuyla paylaşmak olan ‘Sahne Büyüsü’nde bugüne kadar bu tür haberlere yer vermemiş ve bundan böyle de yer vermeyecek olmama karşın, konu genç bir yönetmenin yeterliliği ile ilgili olduğundan, istisnai olarak bir defalık değinmek zorunda hissettim.
Olay Haluk Bilginer’in, prömiyerine günler kalmışken oyunun yönetmeni Hira Tekindor’un yanına bir ikinci yönetmen istemesiyle başlamış. Sonraki gelişmeler bu yazının ilgi alanının dışında tabii ki. Ancak, şahsen Bilginer’in sanatsal açıdan büyük bir yanılgıya düştüğü kanısındayım. Çünkü Hira Tekindor’un, bu 75 yıllık çetin ceviz metne çağcıl bir yorum ve genç bir soluk getirerek büyük başarıyla yönettiğini düşünüyorum. Bu kez bir BKM & ID İLETİŞİM yapımı olarak 29 Kasım gecesi prömiyer yapan oyun bitiğinde, Uniq Hall’u boş yer kalmamacasına dolduran, çığlık çığlığa uzun uzun alkışlayan bine yakın izleyici de sanırım benimle aynı kanaatteydi.
Bu uzunca parantezin ardından asıl amacımıza, Arzu Tramvayı’nın, Hira Tekindor’un yönettiği, dekor ve kostüm tasarımını Şirin Dağtekin Yenen’in, müziklerini Tolga Çebi’nin, ışık tasarımını Yakup Çartık’ın, yönetmen yardımcılığını Beste Güven’in üstlendiği, uygulayıcı yapımcısı Nisan Ceren Göknel olan yepyeni prodüksiyonunun teatral boyutuna yönelelim.
Bizim kuşağın ‘İhtiras Tramvayı’ olarak anımsadığı oyunu kaleme alan, Tennessee Williams adıyla bilinen Thomas Lanier Williams (1911-1983), 20. yüzyılın en seçkin oyun yazarlarından biriydi. Özel yaşamı ve deneyimleri neredeyse tüm eserlerinin ilham kaynağı olmuş, oyunlarını yazarken yaşadıklarını ve duyumsadıklarını sahne aracılığıyla evrenselleştirmeye çalışmıştır.
İLHAM KAYNAĞI KIZ KARDEŞ
Mississippi, Columbus'ta doğan (‘Tennessee’ takma adı güneyli aksanı sebebiyle, okul arkadaşları tarafından verilmişti) Williams, sorunlu bir ailede büyümüştü. Babası, Cornelius görgüsüzlüğün sınırında kaba, şamatacı, içkiye düşkün bir pazarlamacı, soylu bir güneyli aileden gelen, çocuklarına fazlasıyla düşkün annesi Edwinan sessiz sakin görünümüne karşın boğucu derecede baskıcı bir kadındı. Babanın gözdesi erkek kardeşi Dakin olduğundan ailede en yakın olduğu kişi, genç yaşta şizofreni tanısı konacak olan, narin, güzel kız kardeşi Rose’du. Çok sayıda başarısız terapi girişiminden sonra, anne babası, yaşamının bir bölümünü akıl hastanelerinde geçirmiş olan Rose’a, prefrontal lobotomi yapılması izin vermiş, 1937’de yapılan ameliyat kötü geçerek Rose’un hayatının geri kalanını zihinsel engelli olarak sürdürmesine sebep olmuştu. Tennessee Williams, belki de en büyük ilham kaynağı olan Rose’un başarısız lobotomisine izin verdikleri için ailesini hiçbir zaman affetmemişti.
Çok sayıda ödül kazanan 25 oyun, bir roman ve bir anı kitabı yazan Tennessee Williams çoğu karakterini ailesinden esinlenerek yaratmıştır. ‘Sırça Hayvan Koleksiyonu’nun Laura’sı Rose’un, Laura’nın annesi Amanda ise Edwina’nın yansımalarıdır. Konuşma tarzını ve karakteryel özelliklerini öğretmen halası Belle’den aldığı Arzu Tramvayı’nın Blanche’ı, kırılganlığı, dengesizliği, giderek bozulan akıl sağlığıyla Rose’a da yakındır. Akıl hastanesi hem Arzu Tramvayı’nda hem lobotomi motifinin ele alındığı Aniden Geçen Yaz’da karşımıza çıkacaktır.
Williams’ın eserlerine de yansıyan bir diğer özelliği de eşcinselliğidir.
Dönemin tabularından olan cinsel kimliğini açıkça ilân etmiş olsa da, gizlemeye de gerek duymamış olan Williams, 1947’den 1963’de kanserden ölümüne kadar sekreteri Frank Merlo’yla ilişki yaşamıştır. Merlo, en önemli eserlerini yazdığı dönemde Williams’ın dayanağı olmuş, kız kardeşi gibi delireceği korkusu başta olmak üzere, bunalım eğilimlerinde bir denge unsuru oluşturmuştu.
Savaş sonrasının bağnaz ve muhafazakâr toplumunu oyunlarında eleştiren Williams, ilginç bir çifte standart uygulayarak, “doğanın bir kazası” olarak gördüğü cinsel yönelimine, ikiyüzlü bir bakış açısıyla, neredeyse bağnazlar ve muhafazakârlarla uyumlu şekilde bakmıştır. Oyunlarında eşcinsel karakterlerinin üç tek Tanrılı dinde ‘ölümcül günah’ kabul edilen eylemlerini kimi zaman şiddetli ölümlerle sonuçlandırmış / cezalandırmış, üstelik yaymış oldukları negatif enerjiyi hastalıkmış gibi ölenlerin yakınlarına bulaştırmıştır.
Tennessee Williams, sevgilisinin ölümünden sonra on yıl kadar süren ağır bir depresyona girmiş, başta alkol ve ilaç olmak üzere türlü bağımlılıklar edinmiştir, New York Elysee Otelindeki odasında boğazına bir şişe kapağı kaçtığında, vücudundaki alkol ve ilaçların etkisiyle kapağı dışarı atacak tepkiyi veremeyerek yetmiş bir yaşında ölmüştü.
TOPLUMSAL ELEŞTİRİ, GERÇEK KARAKTERLER
Arzu Tramvayı’nın yazılışından üç çeyrek yüzyıl sonra bile ilgi görmesinin sebebi, bir döneme getirdiği çok sağlam toplumsal eleştiri kadar, kahramanlarının yaşadığı psikolojik gerilimi, derinlemesine incelenmiş, son derece ‘gerçek’ kişiler üzerinden aktarmış olmasıdır.
Burada bir parantez daha açarak, çok sayıda sahnelemeye, filme, televizyon dizisine konu olmuş, üzerinde incelemeler, tezler yazılmış öyküye kısaca değinirken, karakterlerin daha iyi anlaşılması amacıyla, konu ve konun içerdiği sürprizleri açıklamamak kuralımı bozmak zorunluluğunu hissettim. İlk kez seyredecek olanların yazının bundan sonrasını oyunu izledikten sonra okumalarını öneririm.
Arzu Tramvayı, otuzlu yaşlarında, yalnız, kırılgan, sorunlu, güzel Blanche Bubois’nın, New Orleans’ın Quarter semtinde, minik bir dairede yaşayan kız kardeşi Stella ile kocası Stanley’in yanına gelişiyle başlar. Haluk Bilginer’in genelde başarılı çevirisinde, Blanche’ın trajik yolculuğunun sembolü olan giriş repliğini nedense kısaltılmıştır. Blanche, Stella ile Stanley’in evine ulaşmak için adı ‘Arzu’ olan tramvaya biner, ‘Mezarlıklar’ tramvayına aktarma yapar ve Yunan mitolojisinde ölülerin yeri anlamına gelen, ‘Elysian Fields’e varır.
Güneyli Fransız asıllı aristokrat ve bir aileden gelen, İngilizce öğretmeni Blanche, aile yadigârı büyük çiftlik evleri ‘Belle Reve’i ve lisedeki işini kaybettikten sonra, kız kardeşi ve eniştesinin yanına sığınmak zorunda kalmıştır.
Polonya asıllı, maço, kaba saba, şiddete eğilimli Stanley, aileye ait evi kaybeden, içkisini içen, parasını çarçur eden, varlığıyla mahremiyetini ihlâl eden Blanche’dan görür görmez nefret eder. Sözünü sakınmayan Blanche da, maymun adama benzettiği Stanley’den hiç hazzetmez ve bunu her sözü ve her davranışıyla belli eder.
Blanche’a kur yapan Stanley’in askerlik, iş ve poker arkadaşı Mitch, Blanche’ın hayallerindeki kurtarıcı beyaz atlı prens değildir ama, vaktiyle ikisini de sevdiklerini yitirmiş olmaları aralarında bir bağ oluşturur. Blanche, henüz 16 yaşındayken aşık olup evlendiği, yakışıklı, genç şair kocasını başka bir erkekle yatakta bastığını, o gece üçünün hiçbir şey olmamış gibi gittiği baloda ondan tiksindiğini söylediğini, kocası Allan’ın da ağzına silah dayayıp intihar ettiğini Mitch’e anlatır. Allan’ın ölümünden kendisini sorumlu tutan Blanche, yaşadığı travmanın etkisiyle bunalıma girerek sürekli tek gecelik ilişkiler yaşamış, alkole alışmış, oturduğu şehirde adı çıkmıştır.
Geçmişin saklamaya, kendini asil, namuslu biri olarak göstermeye çalışan Blanche’ın hassas, ana kuzusu Mitch’le duygusal ilişkisi evliliğe gidecekken, kül yutmaz Stanley ufak bir araştırmayla Blanche’ın karanlık geçmişini ortaya dökerek evliliği engeller ve beş parasız Blanche’a evden gitmesi için ültimatom verir.
Karısının doğum yaptığı gece eve sarhoş döndüğünde, akli melekesi zaten çalkantıda olan kadına tecavüz ederek, onu tamamen yıkacak, Blanche tıpkı yazarın kız kardeşi Rose gibi, akıl hastanesine kaldırılacaktır…
Arzu Tramvayı’nın 1950’ler Amerika’sını hedefleyen toplumsal eleştirisi, 2017 Türkiye’si için maalesef hâlâ geçerlidir. Blanche’ın babasıyla büyükbabasının ‘destansı zinaları’nın hoş görüldüğü çifte standart, erkek egemen toplumumuzda cinsel gücüne hayranlık duyulan Türk erkeği için normal kabul edilmekte, kadınlarımızın oyundaki bütün kadınlar gibi hayatta kalmak ve mutlu olmak için erkeklere bağımlı olmalarıysa toplumumuzun büyük bir kesimi tarafından hâlâ doğal karşılanmaktadır.
BAŞARILI KADRO
İngiltere'deki University of Kent'in Film Studies bölümünden 2010 yılında mezun olan, Zerrin Tekindor ile ilk eşi Çetin Tekindor’un oğlu, 1989 doğumlu Hira Tekindor, ödüllü kısa film yönetmenliğinin ve çevirmenliğin yanında başarılı bir tiyatro yönetmenliği kariyeri de sürdürüyor.
Arzu Tramvayı, 20. yüzyılın modern klasiklerini çağcıl yorumlarla yeniden ele aldığı tiyatro yolculuğunun, ‘Kim Korkar Hain Kurttan’ ve ‘Köprüden Görünüş’ten sonraki üçüncü durağı. Bu son çalışmasının asıl başarısı, oyunun eleştirel boyutunu zekice vurgularken, Zerrin Tekindor, Onur Saylak, Şebnem Bozoklu, İbrahim Selim, Erdem Kaynarca, Onur Gürçay, Asena Girişken, Melih Düzenli, Özer Keçeci ve Beste Güven’den oluşan, büyük yetkinlikle yönettiği ekibinden, güncel, çağcıl ve özellikle Blanche üzerinden ayrıksı ve çok etkileyici bir yorum çıkarmış olmasında.
Oyundaki diğer erkeklere kıyasla, daha hassas, daha centilmen olan, Blanche’a sevgi ve saygıyla yaklaşan, ancak geçmişini öğrendiğinde onu anacığıyla tanıştırmayacak kadar ‘kirli’ bulan Mitch’de İbrahim Selim, Blanche ve Stanley arasında kaldığında kendisine şiddet uygulamasına rağmen aşık olduğu kocasını seçen, sevmesine ve acımasına rağmen ablasının Stanley hakkındaki söylediklerine ve Stanley’in tecavüz ettiğine inanmayı reddederek gerçekleri inkar etmekte aynen ablası gibi davranan Stella’da Şebnem Bozoklu harikalar yaratıyorlar.
Hira Tekindor, ilk sahnelemede Marlon Brando’nun canlandırdığı, buram buram ter ve cinsellik kokan, modern tiyatroda ve sinemada erkek çekiciliğini ilk kez erotik öğe olarak öne çıkaran Stanley’i değil, Onur Saylak’ın canlandırdığı, kadınlara manen ve maddeten tecavüz eden, çok sevdiğini iddia ettiği karısını döven, acımasız, zalim, ahlak düşkünü kişiliği yeğlemiş. Bu tercih karaktere farklı ve daha derinlikli bir boyut kazandırırken Saylak müthiş yorumuyla, hiçbir bayağılığa ve alaturkalığa kaçmamasına karşın, bildiğimiz, tanıdığımız ‘bizden’ bir Stanley’e ulaşmış.
Bugüne kadarki tüm sahnelemelerdeki, oyunun ilk repliğinden itibaren bir rüyadaymış gibi davranan şizoid Blance Dubois yorumunun metindeki karaktere uymadığını düşünen Hira, Blanche’ın gerçeklerden kaçmasını, yarattığı düşsel dünyaya sığınmasını şizofren bir regressif durum olarak değil, gerçek ile hayal arasındaki farkı bilerek, kurduğu fanteziler sayesinde dış dünyanın vurdumduymazlığıyla ve içindeki acıyla mücadelesinin bilinçli dışavurumu olarak ele alıyor.
Umutsuzluğunu yalanlarında gizleyen Blanche’ın ahlak anlayışı, tiyatro kostümü gibi elbiseleri ve parıldayan mücevherleri gibi sahte olabilir ama, hassaslığı, zarafeti, kibarlığı gerçektir. Çıplak ampulün üzerine geçirdiği kağıt fenerler sadece yaşlanmaya yüz tutmasını değil, yaşamın hoş olmayan gerçeklerini de yumuşatmak içindir.
Zerrin Tekindor, mücadelenin aktif başlangıcından, sonunda gerçekten deliliğe teslim oluşuna dek Blanche’ın savaşını adım adım gelişen müthiş nüanslı bir yorumla veriyor. Bu yılın oyunculuk ödüllerinde kesinlikle söz sahibi olacağı bu Blanche, bir oğulun annesine verebileceği en güzel hediye. Ya da bir annenin oğluna…
Bitirmeden önce Hira’nın oyunda beni çok etkileyici üç kilit anından söz etmek istiyorum. Birincisi, Stanley ile Stella arasındaki fiziksel şiddetin fiilen çarpıcı sahnesi; ikincisiyse, Mitch’in, devamlı karanlıklarda saklanan yüzünü görmek için tüm ışıkları açtığı, seyircin de gözlerini kamaştıran şiddetli ışıkta belki de Blanche’ı ilk kez gördüğü sahne. Üçüncüsüyse oyunun finali. Blanche, özgün metinde doktora söylediği son repliği, oyun bittikten, ışıklar karardıktan sonra artık ömür boyunca yaşayacağı rüyasının içinde, gecelikle gelerek seyircilere söyler.
Yılın olmazsa olmazlarından. 7 Aralık, 4 ve 10 Ocak Zorlu PSM Drama Sahnesinde; 8, 13, 22 ve 29 Aralık Uniq Hall’de. Görkemli dekoru sebebiyle 2018 boyunca sahne derinliği uygun olan bu iki mekânda devam edecek.