Adına Filistin sorunu denilen konu, sınırları belli bir toprak parçasının kullanımı ile ilgili olarak ortaya çıkan ve gitgide karmaşık hale gelen, girift bir problemler yumağıdır. Su ve yağ misali hiçbir şekilde anlaşamayacak, hayata bakışları birbirinden çok farklı, gelecekten beklentileri benzer olmaktan uzak bu toplumları bir arada tutmanın mümkün olamayacağı Peel komisyonunun Londra hükümetine sunduğu Haziran 1937 tarihli raporda açıkça ifade edilir.
Manda idaresindeki Filistin topraklarının iki toplum arasında pay edilmesi, bugün tartışılmaya devam edilen ‘iki devletli çözüm’ temasının kendisidir. Ancak tıpkı şimdi olduğu gibi o dönemde de tarafların siyaseten desteklemedikleri bir öneri olur. Her iki toplum içindeki kamplaşmalar böylesi fikirlerin tartışılmasını dahi engelliyordu.
Bir yanda Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin baskısı ile Arapların arasında, konuya olumlu yaklaşanların sesi kesilir. Öte yanda, Yahudi toplumunun liderleri, Weizmann ile Ben Gurion, her ne kadar plana sıcak bakarlarsa da, aşırı sağ ve sol grupların sert muhalefetine dayanamazlar ve çekince bildirirler.
Araplar, bölgede Yahudi çoğunluğun olacağı bir toprak parçası fikrine tamamen karşıydılar. Dolayısı ile Peel raporunu ret edecekleri belliydi. Onları sıkıntıya sokacak bir konu da Yahudilere kalacak bölgede yaşayan Arapların akıbetiydi. Londra hükümeti, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sonrasında, Anadolu Rumları ile Yunanistan’da yaşayan Türkler arasında yapılan mübadeleyi örnek göstererek soruna bir çıkış yolu önerir. İngilizlere göre, bu her iki toplum için de bulunmaz bir fırsattır…
Taksim önerisi
Yahudiler için taksim önerisi kabul edilebilir bir fikirdir. Ancak kendilerine ayrılan toprakların konumu problemlidir. Yahudi bölgesi beklenenin ötesinde küçüktür. Ayrıca Kudüs’ün özel bir statü ile Britanya yönetiminde kalması da karşı çıktıkları bir konudur. Yahudiler çok uzun zamandır burada çoğunluk olarak yaşamakta ve ebedi başkentlerinde kendilerine modern bir gelecek yaratmak için çalışmaktadırlar. Peel planını kabul etmekle hem coğrafi olarak bir deli gömleğine girecekler hem de Kudüs üzerindeki beklentilerinden vazgeçeceklerdir.
Toplumların transferi taksim planının bir parçasıdır ancak bu da yeni bir fikir değildir. Theodor Herzl, çok önceleri 1895’teki bir yazısında, sağlıklı bir yapılanma için benzer bir öneriyi gündeme getirir: “Topraklarımızda yaşayan toplumların sınırın ötesine gitmelerini teşvik ederken, gittikleri ülkelerde kendilerine iş sağlamalarına çaba göstereceğiz. Bunu yaparken topraklarımızda çalışmalarına izin vermemiz söz konusu olmayacaktır…”
Herzl’den sonraki 25 yıl boyunca bu konu bir daha gündeme gelmez. İngilizlerin Filistin topraklarını kontrolleri altına almaları ile birlikte, toplumların yerleştirilmesi yeniden tartışılmaya başlanır. Örneğin dönemin önemli gençlik hareketlerinden Hashomer HaTzair’in liderlerinden Yosef Sprinzak’a göre “Filistin hiçbir indirime ve kısıtlamaya tabi olmadan devralınmalıdır. Burada kaç Arap’ın yaşadığı bellidir. Onlara alacakları ödenmelidir. Bu topraklarda kalıp kendisine verileni çalıştırmayı kabul edenlere kolaylıklar tanınmalı, bunu kabul etmeyenlere ise hakkı verilip, geleceğini başka bir ülkede araması önerilmelidir.”
Yazar Israel Zangwill de benzer söylemleri ile öne çıkan bir kişiliktir. Ona göre Arapları göçe ikna etmek gereklidir. Nihayetinde, Arapların yaşayabilecekleri tüm bir Arap âlemi varken, Yahudiler için olası tek toprak parçası Filistin’dir. Bu anlamda soruna iki çözüm vardır. Azınlıkta olan Yahudilerin Arapları yönetmesi, bunların biridir. Ancak bu demokratik teamüllere sığmaz. Diğer çözüm ise, Arap görüşünü temsil eder. Yahudilerin Arap idaresi altında yaşamaları… Bu da arzu edilen bir durum değildir. Dolayısı ile gerçek çözüm, Arapların bu topraklardan gitmeye ikna edilmeleridir. Gerçi Zangwill, Yahudilerin dünyanın herhangi bir noktasına yerleşebilecekleri ve arzu ettikleri her yerde kendilerine bir devlet oluşturabilecekleri kanısındadır. Ancak, konu Filistin olunca, dile getirdikleri o denli içtendir ki, o denli naiftir ki, Yahudi liderlerin – dünya kamuoyunu karşılarına alma endişesi içinde – söyleyemediklerini, dosdoğru bir şekilde ifade etmiştir.
Transfer konusu her zaman gündemdeydi ama gerçekleştirilmedi
Her durumda, transfer konusu her zaman gündemde kalmış ancak muhtemelen etik olmadığı endişesi ile hiçbir zaman gerçekleştirilmemiştir. Gerçi, topraklarını Yahudilere satan Arapların anlaşma yolu ile Kral Abdullah’ın ülkesi Ürdün’e gittikleri doğrudur. Bu bireysel seviyede kalan ve hiçbir şekilde resmiyete dökülmeyen bir durumdur. Nihayetinde, göç konusunun, bir Yahudi Devletine ulaşılması sürecinde, öyle ya da böyle gündeme gelecek bir karakteri olduğu muhakkaktır. Arapların, Filistin’in hiçbir köşesinde Yahudi çoğunluğun yaşayacağı bir toprak parçasına razı olmaması, artan Yahudi göçü paralelinde tavan yapan Arap terörü, zaten transfer ve benzeri talepleri Peel komisyonunun önüne koyar.
Araplar için ise konu en baştaki noktasında durmaktadır. Müftünün yardımcılarından Cemal El Hüseyin’in dediği gibi, “Arapların Yahudilerden kurtulmak gibi bir talepleri yoktur, ancak Yahudiler buralarda kendilerini rahat hissetmiyorlarsa çekip gidebilirler. Filistin’deki 400.000 Yahudi için gerekli ulusal yuva başka yerlerde aranmalıdır. Neticede, Yahudiler Filistin’i cehenneme çevirmişlerdir…”
Arapların bu söylem paralelinde ortaya koydukları görüş iki toplumlu bir Filistin Devletinin kurulması konusunda iyimser olan bir kısım Yahudi entelektüelin, kanaat önderinin umutlarını tamamen söndürür. Seneler önce Arthur Rupin’in başını çektiği Avrupa kökenli Yahudilerin oluşturduğu ‘Brit Shalom – Barış Anlaşması’ bu konuda çalışmalar yapan bir örgüttü. Çoğu üniversite mezunu olan ve Kudüs’te yaşayan bu kişilere Martin Buber ile Zalman Schocken Berlin’den, Herbert Samuel ise Londra’dan destek verdiler. Kudüs İbrani Üniversitesi Başkanı Yuda Leib Magnes de bu hareketin destekleyicilerinden olmuştu.
Brit Shalom’un önerileri
1930’larda Brit Shalom, Arap ve Yahudi toplumlarını bir araya getirecek bir dizi öneri geliştirir. Yetiştirilen narenciyenin ortak pazarlanması, yangına, malaryaya karşı mücadele kampanyaları, ülkede toprak kiralama sisteminin yeniden yapılandırılması çalışmaları, filmlerin denetlenmesi, ortak işçi sendikalarının kurulması, eğitim ve siyasi partilerin oluşturulması gibi birçok konu, belli ki, olası bir plandan ziyade bir özlemi dile getiriyordu.
Brit Şalom, Yişuv’un liderleri ile de temas halindeydi, ancak şu bir gerçektir ki onlar bu oluşumu ilkesel olarak reddetmekteydiler. Böylesi olabilirliği düşük önerilerin tartışılıyor olması, “Yahudilerin kendi aralarında, bir devlet oluşması konusunda, henüz bir anlaşmaya varamadıklarını göstermekteydi” ki bu kabul edilebilir olmaktan uzaktı. Arap isyanına kadar gelişecek süreçte, Yişuv yöneticileri, Brit Şalom’un önerdiği çift uluslu devlet alternatifi ile yüzleşecek ve zaman zaman zor durumda bile kalacaklardı…
Esasen Yahudi liderleri, kendilerinden oluşturdukları moral bir kodla hareket etmiyorlardı. Üzerinde durdukları ilkeler batı liberalizmi çerçevesinde anlam buluyordu. Adaletten söz ettiklerinde insan ve sivil hakları ifade ediyorlardı. Bu da Avrupa ve Amerika’da Birinci Dünya Savaşından sonra gelişen demokratik anlayışla örtüşüyordu ki, bunun bir parçası da, toplumların kendi geleceklerini belirleme hakkıdır. Bu durum, Yahudi liderlerinin çoğunu rahatsız eden bir konuydu. Onlar hem kuvvetli ve muzaffer olmak istiyorlardı, hem de yüreklerinin derinliğinden adil ve iyi; bu ikilem onları her tür fikrin tartışılması gerektiği noktasına getiriyordu. Bu çerçevede Ben Gurion başta olmak üzere, Yahudi liderlerin Brit Şalom ile de konuştukları ve tartışma zemini içinde görüş alışverişinde bulundukları bilinir. Görüşmelerde bir taraf moral değerlerden, öteki taraf ise siyasi durumdan çokça söz ederler. Gerçekten de, Ben Gurion ve ekibi moral olarak kabul edilmenin, Brit Şalom ise siyaseten tanınmış olmanın peşindedir. Ancak konuşmaların bir sonuca vardığını söylemek mümkün değildir.
Bunda Arap tarafının Brit Şalom’un açılımına karşı duyarsız kalmasının önemli rolü vardır. Yahudi toplumunun geneli gibi, onlar da zafere kilitlenmiş, ulusal ihtirasları doğrultusunda yelken açmışlardı. El Sakakini’ye göre Yahudiler ile Araplar arasındaki problem “ya bu ülke bizim kalacak ya da bizden zorla alınacak…” noktasında çözülebilecektir. El Sakakini gibi aydın ve ileri görüşü Arapların bile, Brit Şalom’a uzak kalmaları, temelde kimsenin Yahudilerin iyi niyetine gereksinimi olmadığını göstermektedir. İşte bu sıralarda, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmeleri ile başlayan süreçte varılan nokta, Filistin’deki Yahudiler ile Arapların arasını, fazlaca görüşmeye mahal vermeyecek şekilde, giderek açacaktır…
“Hitler dünyanın gözlerini açmıştır” diye yazar El Sakakini. “O iktidara gelmeden önce herkes Yahudilerden korkuyordu. Onların çok güçlü olduğunu sanıyordu. Oysa Hitler Yahudi silahının boş olduğunu gösterdi dünyaya. Almanlar Yahudilerin karşısında ilk dimdik duranlar oldular ve onlardan zerre kadar korkmadılar. Gerçekten de dünyayı kandıran iki ulus vardır: İngilizler ile Yahudiler. Hitler iktidara geldi ve Yahudileri yerlerine oturttu… Mussolini Eityopya’yı işgal etti ve İngilizleri yerlerine oturttu”… Südet bölgesi halkının Almanya’ya katılma konusunda olumlu görüş bildirdiği gün, Kudüs’te yapılan belediye seçimlerini El Hüseyin’in kazanmasını coşkuyla kutladı El Sakakini… İki ‘zaferi’ bir algılamıştı!
İşte Araplar bu iklimde Peel Planını reddederler. Bundan sonra Arap isyanı yeni bir dönemece girecek, ilk kez İngiliz yetkililer de terörün hedefi olacaklardır. Çok sonraları, Ben Gurion anılarında şöyle yazacaktır: “Peel Planı işlese ve öngörüldüğü gibi topraklar iki toplum arasında taksim edilebilseydi, Yahudi tarihi değişik şekilde yazılabilirdi. Altı milyon Avrupa Yahudi’si ölmez çoğu İsrail’de güvende olabilirdi…”