Alman kültürüne ve kimliğine asimile olmaya çalışan Alman Yahudilerinde Walter Benjamin´in trajik hayatı üzerine...
Amos Elon’un ‘The Pity of It All, 1743-1933 /Çöküşe Tırmanış: Alman-Yahudi Döneminin Bir Portresi’ kitabını Türkçeye çevirip Gözlem’den yayınlayalı on üç yıl olmuş. Kitap 1743’te Moses Mendelssohn’un henüz çocuk yaştayken Berlin’e gelmesiyle başlayıp 1933’te Nazilerin iktidara yükselmesine kadar geçen sürede Alman kültürüne ve kimliğine asimile olmaya çalışan bir Alman Yahudileri dizisini anlatıyordu. Bu dizi Moses Mendelssohn’la başlıyor, en tanınmışları olan David Friedländer, Heinrich Heine, Ludwig Börne, Ludwig Bamberger, Franz Kafka, Karl Marx, Albert Einstein, Fritz Haber, Walter Rathenau üzerinden Hannah Arendt’e kadar uzanıyordu. Bilindik bilinmedik, hepsinin tanınması ve akılda tutulması imkânsız yüzlerce isim.
Yine de geçen hafta Pınar Doğu’nun T24’te yayınlanan yazısında (http://t24.com.tr/yazarlar/pinar-dogu/kurtaricidan-medet-ummak,18889) mayıs ayında İstanbul Üniversitesinde düzenlenmiş Politik Felsefe Günleri etkinliğinin konu başlığının ‘Politik Felsefe ve Walter Benjamin’ olduğunu ve ardından ‘Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi’ adlı bir derlemenin yayınlandığını okuyunca hafıza zilleri çaldı… Walter Benjamin kimdi, o dizinin kahramanlarından biri değil miydi?
Evet öyleydi. Çocukluğu, I. Dünya Savaşı öncesinde, tarihçi Gordon A. Graig tarafından, ‘kurumsal istikrar, teknolojik ilerleme ve ekonomik refah dönemi’ olarak tanımlanan 1888-1914 arasındaki yaklaşık 25 yıllık zaman dilimine rastlar. Çocukluk dönemini Berlin'in göl kıyısındaki Grünwald adlı zengin banliyösünde, büyükannesinin 12-14 odalı, duvarları kitaplar, kaliteli tablolar ve değerli objelerle süslü evinde, ‘ezeli bir burjuva güvenirliğinde’ geçirir.
Ona ve onun gibi düşünenlere göre toplumun genelinde sınıf farklılıkları olsa da, geçmişten gelen ve toplumun bütün katmanlarına kazınmış olan antisemitizm topluma yayılan ekonomik refahla artık hız kesiyor, Almanlarla Yahudiler arasındaki ayırımcılık azalıyordu. Walter Benjamin Paskalya yumurtası seviyordu. Yahudi dinsel törenlerine karşı ‘güvensizlik’ hissediyor, bunlar ona utanma duygusundan başka bir şey vaat etmiyordu.
Ama hiç beklenmedik şekilde patlayan I. Dünya Savaşının ardından 1930'ların başında Almanya'da işin rengi değişmeye başladı. Geçmişte kaldığı düşünülen vahşi sokak şiddeti yeniden baş gösterdi, Yahudi mağazaların vitrinleri kırıldı. 12 Eylül 1931'de Kurfürstendamm Pogromu'nda Nazi caniler Roş Aşana arifesinde sinagogdan çıkan Yahudilere saldırdı.
Bunun üzerine, önlem ve savunma olarak 19. yüzyılın az tanınmış Alman hümanistleri tarafından yazılmış özel mektuplar Frankfurter Zeitung'da 27 bölüm olarak yayınlandı. Walter Benjamin de her birine imzasız ek yorumlar yazdı. Savaştan sonra Theodor Adorno, “Benjamin imzasız yazmak zorunda kalmıştı çünkü faşizmin gölgesi her yere düşmeye başlamıştı bile” diye yazacaktı.
O günleri Elon'un kitabından okuyalım: “Benjamin'in seçkileri ve yazdığı yorumlar, o güne kadar bir Alman Yahudisi tarafından Alman hümanizmine yapılan en büyük iltifat ve yazılan en hüzünlü mezar taşı kitabesiydi. Benjamin yıllar içinde arşivlerden ve ender bulunan kitaplardan topladığı 1783-1883 yılları arasında yazılmış mektupları seçti. Bunları yayınlarken, ilk olarak Aydınlanma döneminde telaffuz edilen fakat en iyi beyinler tarafından savunulmasına rağmen gerçekte hiçbir zaman kök salmamış olan eski ve gizli bir geleneği bir arkeolog gibi açığa çıkardığına inandı. Seçtiği mektuplarda snob bir taraf yoktu. Mektuplar ünlü şairler ve filozoflar tarafından değil; düzgünlüğü, doğruluğu ve Alman kültürünü temsil eden pek tanınmamış dostlar, akrabalar ve hayranlarca, alçakgönüllü ve erdemli insanlarca kaleme alınmıştı: Kant değil, kardeşi Johann Heinrich, Goethe değil, dostu Friedrich Zelter, Nietzsche değil, arkadaşı Franz Overbeck… Biri dışında bütün mektupların, Bismark'ın büyük Reich'ının kurulmasından önce yazılmış olmaları tesadüf olmasa gerektir. (...) Bu derleme, değerler sistemini anımsatan ve onun için yas tutan gömülü kalmış bir uygarlığın belgelendiği bir serginin katalogu gibidir. Benjamin'in koleksiyonu, Nazilerin kazanması halinde ölülerin bile güvende olamayacaklarının bir uyarısıydı. Son bölüm 31 Mayıs 1932'de, Reichstag seçimlerinden 2 ay önce yayınlandı."
Walter Benjamin, Naziler yönetimi ele geçirdiklerinde Berlin'deydi ama geçerli bir pasaportu olduğu için ilk fırsatta Paris'e gitti. Oradan 20 Ocak 1933'te, gençlik arkadaşı olan ve on yıl önce Filistin’e göç etmiş ve adını Gerhard’dan Gershom’a değiştirmiş Scholem'e gönderdiği mektupta Almanya'daki durumun sadece ‘kişilere karşı terörü değil’, ‘genel bir kültürel düşüşü’ de yansıttığını yazdı. O dönemde Paris, Alman edebiyatının gerçek başkenti halini alıyordu: Brecht, Mann, Feuchtwanger, Cassirer, Döblin, Kerr ve daha birçokları; Yahudi olanlar veya olmayanlar, oradaydı.
Benjamin, 1940 yazında Alman ordularının ilerlemesi üzerine Paris’i terk etti. Yaşamının son ayları sayısız Alman Yahudisi’nin Vichy Fransa’sındaki tehlikeli ve güvensiz durumlarını yansıtıyordu: Sınıra kaçış ve meşru veya gayrimeşru yollardan göçe hazırlık. Fransa’dan çıkış vizesi olmadığı için kaçak olarak Pireneler üzerinden İspanya’ya geçmeye çalışırken yakalandı ve Fransa’ya iade edildi. Sonunda 27 Eylül 1940’ta İspanya sınırındaki Port Bou’da yaşamına son verdi.
Pınar Doğu’nun yazısı on üç yıl aradan sonra Walter Banjamin’i ve hazin öyküsünü tekrar hatırlatırken yerimiz de bitti, sadece 27 Ocak, Uluslararası Holokost Anma Günü’nü anımsatacak yer kaldı. Unutmayın.