!f istanbul 2018’e geçen yazımızda bıraktığımız yerden devam etmeden önce, yarışmalı bölümlerin kazananlarını kısaca açıklayalım: İlk ya da ikinci filmini çekmiş yönetmenlerin yarıştığı Uluslararası Keş!f Yarışması’nın jürisi, ‘Les Garçons Sauvages / Vahşi Oğlanlar’ filmiyle Fransız yönetmen Bertrand Mandico’yu ‘Yılın keşfi’ seçti. Aşk ve Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın birincisi, Laura Bari’nin sarsıcı belgeseli ‘Primas / Primalar’ olurken, bu yıl ilk kez verilen !f Yeni Seyirci Ödülü, Emre Erdoğdu’nun ‘Kar’ filmine, Türkiye’den Kısalar Seyirci Ödülü ise Volkan Güney Eker’in ‘Bıraktığın Yerden’ine gitti.
‘Keşif’ filmlerine geçmeden önce geçen yazımdakilere ek olarak söz etmek istediğim iki gala filmi daha var.
Birincisi John Cameron Mitchell’in Neil Gaiman’ın aynı isimli kısa hikâyesinden uyarladığı psikadelik punk aşk hikâyesi, ‘How to Talk to Girls at Parties / Partilerde Kız Tavlama Sanatı’. İngiliz bir anne ile Amerikan ordusundan emekli bir generalin oğlu olarak 1963’te doğan, halen New York’ta yaşayan Mitchell’in ABD’de çektiği ‘Hedwig and the Angry Inch’ (2010), ‘Shortbus’ (2006) ve ‘Rabbit Hole’dan sonra ilk kez anavatanında geçen if’in bu en eğlenceli filmi, Punk’ın doğuşu, ilk aşkın tadı ve distopik bilim kurguyu zekice harmanlayan çılgın bir komedi. Punk kraliçesi olarak Nicole Kidman’ın uçuk kaçık performansı da cabası.
James Franco’dan Felaket Sanatçı
İkincisiyse !f’in kapanış filmi ‘The Disaster Artist / Felâket Sanatçı’. Yirmi yılı aşan oyunculuk kariyerinde sayısız karakter canlandıran, bir ara dünyanın en seksi erkeği seçilen 1978 doğumlu James Franco, 20’ye yakın kurmaca uzun metraj, sekiz belgesel ve çok sayıda kısa filmle yönetmenliği de ciddiyetle yapan bir sinemacı. Halen çoğu erkek oyuncu ve senaryo dallarında 20 ödül sahibi olan ‘The Disaster Artist / Felâket Sanatçı’ hem eleştirmenlerin hem de seyircinin beğenisin kazanan ilk filmi. Kimilerinin sinema tarihinin en kötü filmi olarak gördüğü ‘The Room’un, kendine rağmen kült olmuş yazarı - yapımcısı -yönetmeni gizemli sinemacı Tommy Wiseau’nun kankası Greg Sestero’nun kitabından uyarladığı Felâket Sanatçı’da Franco, Tommy Wiseau’nun yaşamına ve The Room’un yapım sürecine ışık tutarken Wiseau’nun son derece komik, bir o kadar da dokunaklı portresini çiziyor.
Gelelim !f’in en kafa yapıcı ve ufuk açıcı bölümündeki, ‘keşif’teki filmlere…
Lizbon ve Paris’te sinema eğitimi alan Portekizli yönetmen Pedro Pinho’nun senaryosuna da katkıda bulunduğu, yarışmada favorim olan ilk kurmaca filmi ‘A Fábrica de Nada / Hiçlik Fabrikası’ (2017), bir grup işçinin işten çıkarma girişimlerine direnerek çalıştıkları asansör fabrikasını işgal etmelerini, fabrika yönetimi ortadan kaybolduğunda yarısı boşalmış bir fabrikayla baş başa kalmalarını anlatır. Pinho, Yönetmenlerin On Beş Günü’nde ve Fipresci’de ödül kazanmış olan üç saatlik filminde, yurttaşı Miguel Gomes’in ‘1001 Gece’de yapmış olduğu gibi, başta Portekiz olmak üzere Avrupa’yı ve dünyayı tehdit eden ekonomik krizi, fabrikanın oluşturduğu mikrokosmosda, akıcı, kimi zaman sert, kimi zaman eğlenceli bir dille irdeler.
Brezilyalı Joao Dumans ve Affonso Uchoa’nın birlikte yönettikleri ‘Arabia / Arap’ (2017) bir geç adamın kaza geçirmiş bir işçinin günlüğünde, adamın sıradan gibi görünen yaşamını keşfetmesinin öyküsüdür. Sıcak, samimi keyifle izlense de kolay unutulacak bir film.
Fotoğrafçılıktan gelen, film yönetmenliği de yapan Shevaun Mizrahi, Boston’da büyümüş, New York Üniversitesinde sinema eğitimi almış. Baba tarafından Sefarad Yahudi olan ailesini ziyaret etmek için sık sık İstanbul’a gelen Shevaun, Şişli’de bir Fransız İhtiyarlar Yurdunu keşfedince bir süre orada gönüllü olarak çalışmış. Bu süreç boyunca orada yaşayanları filme almış. Maddi zorluklar sebebiyle görüntü yönetmenliğinden kurgusuna bir ‘one woman show’ olarak tamamını üstlendiği iki yıllık zorlu bir çalışmanın ardından ortaya ‘Distant Constellation / Uzak Evren’ adlı, zamanın durduğu, karakterlerin eski zamanları ve uzak yerleri anlattığı, şefkat dolu, rüya gibi bir film çıkmış. Mizrahi, sanki başka bir evrende yaşayan bu insanların öykülerini sağlam bir sinema duygusuyla aktarırken, kamerasını yurdun hemen dibinde, elle dokunacak kadar yakın ve ışık yılları kadar uzak bir başka evrene, bitişikte devam eden büyük bir inşaata çevirerek, oradaki işçilerin yaşamına da odaklanıyor.
1982 Almanya doğumlu Helena Wittmann’ın ‘Drift / Sürüklenme’ adlı filmi, bir yere gitmekten çok rotasızlık ve hareketin kendisi ile ilgili, yaratılış ve dönüşüm üzerine bir meditasyon. Baskın ve doğrusal bir anlatım yerine; zaman ve yer kavramlarının etrafında özgürce dolanmayı seçen film, başrolündeki okyanusun bitmez tükenmez görüntüleriyle izleyicinin sabrını iyice zorlayan bir çakışma.
Kürt asıllı İsveçli yönetmen Rojda Şekersöz, bol renkli ve capcanlı ilk uzun metrajı ‘Dröm Vidare / Rüyaların Ötesinde’ adlı filminde, Stockholm’ün banliyösünde kız kardeşi ve daha çok kendisiyle meşgul annesiyle yaşayan, hapishaneden henüz çıkmış. Mirja’yı takip ediyor. Üç kadın arkadaşıyla birlikte bir kuyumcu soyup Latin Amerika’ya kaçma planları peşinde olan Mirja, bu yakın dostluk hikâyesinin içinde, olması beklenen kişi ile gerçekten olmak istediği kişi arasında uyum sağlamaya çalışacaktır.
1971 doğumlu 40 deneysel kısa film çekmiş olan Bertrand Mandico’nun yazıp yönettiği, “keşif” ödülünü kazanan ilk uzun metrajı ‘Les Garçons Sauvages / Vahşi Oğlanlar’ homoerotik düşlerle ateşli karabasanlar arasında gezinen, ancak tüm fallik göndermelerin aldatmaca olduğu ayrıksı bir film. 20. yüzyılın başında geçen bu garip büyüme hikâyesi, zengin, yeni ayırdına vardıkları cinsel arzularının sınırlarını bilemeyen, işledikleri bir suçun ardından aileleri tarafından ıslah edilmek üzere bir kaptana teslim edilen beş yeniyetme oğlanın yolculuğunu takip ediyor. Varacakları yer, doğaüstü, fantastik bir bitki örtüsüyle bezenmiş, dünyayı tersine çevirebilecek bir sırrı olan bir adadır…
Siyah-beyaz ile renkliyi etkileyici şekilde harmanlayan görselliği, William S. Burroughs etkisinin açıkça duyumsandığı, cinsellik, cinsiyet ve arzuyla olduğu kadar bunların yarattığı dünyalarla da oyun oynayabilen öyküsüyle olağan dışı bir ‘keşif’.
‘keşif’ deyince, daha önceki yıllarda ilk kez keşfettiğimiz yönetmelerin son çalışmalarının yer aldığı !fkolik de unutulmaması gereken bir bölüm. Fransız yönetmen Siegfried, yazıp yönettiği 140 dakikalık ‘Riga (Take 1)’da akıcı bir sinema diliyle Letonya Riga’da yaşayan dört kadının hayatlarına ve aşklarına odaklanıyor. Ünlü Kanadalı yönetmen Denis Côté, son belgesel filmi ‘Yumuşak Bir Ten / Ta Peau si Lisse’de neredeyse ucubeye dönüşmüş kaslı bedenleri, sıkı diyetleri, spor salonlarında köle gibi çalışmalarıyla, hayatlarını vücut geliştirmeye adamış, bütün yaşamını bunun etrafında kurmuş insanların tuhaf ama oldukça gerçek dünyalarına giriyor.
Keşif’in en dikkat çekici filmi
Bölümün en dikkat çekici yapıtı, dört yıl önce ‘Mahi ve Gorbeh / Balık ve Kedi’ (2013) adlı ilk uzun metrajıyla Keş!f Uluslararası Yarışma’yı kazanmış olan yazar-yönetmen Shahram Mokri’nin yeni filmi ‘Invasion! / İstila!’ (2017) ‘Balık ve Kedi’de zamanın lineer değil dairesel aktığı, bir anın bir başka anın hem başı hem sonu olabildiği 134 dakikalık kesintisiz tek bir çekimle benzersiz bir gerilim öyküsü anlatmış olan Mokri, bu kez bilimkurgu, gizem, polisiye ve vampir temalarını başarıyla harmanlayan ‘İstila!’da, baş karakteri Ali’nin bir ekranda izlediği filme eklenen bir dakikalık bölüm dışında yine kesintisiz bir tek plandan oluşuyor. Bu kez uzun bir güneş tutulmasının ardından ortaya çıkan gizemli bir hastalık yüzünden eski bir stadyuma sığınmış olan bir grup insan arasında geçen, iki arkadaşlarının öldürülmesinin ardından liderleri Saman’ın kaybolduğu bir cinayet soruşturmasının içindeyiz. Polisin isteğiyle cinayet günü yaşananların defalarca tekrarlandığı süreçte Mokri, izleyiciyi, Ali’nin peşinden zamanda ve mekânda kaybolacağı heyecan verici bir yolculuğa çıkarır. !f 2018’in en iyi filmlerinden…
Sıra dışı müzik filmlerinin sunulduğu !fmusic’de iki çok etkileyici belgesel izleyebildim.
Francis Whately’nin ‘David Bowie: The Last Five Years’, son günlerine kadar yaşamı kutsamayı elden bırakmayan Bowie’nin son beş yılında yaptığı iki albümü ‘The Next Day’ ve ‘Blackstar’ ile Broadway müzikali ‘Lazarus’a odaklanırken arşiv görüntüleriyle sanatçının yarım yüzyılı aşan kariyerinin de başarılı bir panoramasını çiziyor.
Catherine Bainbridge, ‘Rumble: The Indians Who Rocked The World / Amerikan Yerlileri Dünyayı Sarsar’ adlı ilginç ötesi belgeselinde, yasaklara, sansüre ve baskılara rağmen, Amerikan yerli müziğinin müzik tarihine olan etkisini gözler önüne seriyor ve blues, rock, r&b, pop, jazz ve popüler müziğin oluşumundaki etkisinin tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu gösteriyor.
Gelecek yazımda diğer bölümlere değinmek üzere hepinize iyi seyirler dilerim.