Çocukluğundan beri göl kıyısında yaşayan bir genç kız var, tıpkı bir martı gibi seviyor bu gölü ve bir martı gibi de mutlu ve özgür… Günün birinde bir adam geliyor oraya, kızı görüyor ve yapacak başka bir işi olmadığından yazık ediyor kıza, tıpkı bu martı gibi…
Trigorin
Yıllardan beri ilk kez, bu kadar yoğun, bu kadar çok iyi oyun izlediğimiz bir tiyatro mevsimi yaşıyoruz. Şöyle bir geriye baktığımda, sezon başından beri elli kezden fazla “Kaçırmayın”, “Yılın en iyilerinden” ve benzeri yorumlar yapmışım. “Peki hiç mi yok beğenemediklerin?” diye sorarsanız, cevabım “Az da olsa, tabii ki var”. Ancak, bir sanat olayıyla ilgili her türlü eleştiri her zaman kişisel ve öznel olduğundan, sevemediğim bir oyun hakkında negatif eleştiri yapmaktansa, kararı seyirci versin diyerek susmayı yeğiliyorum. Sahnelenmeye başladığından beri göklere çıkarılan, hiç yer bulunamayan kimi oyunlar içinse, genel beğeniyle taban tabana zıt da olsalar farklı görüşlerimi açıkça ifade etmekten de çekinmiyorum.
Pürtelaş, Tiyatro Festivali’nin açılışında Serdar Biliş’in yönettiği Anton Çehov’un ‘Martı’sını ilk kez sahnelediğinden beri, oyun İstanbul’un en zor yer bulunan, biletleri haftalar önce tükenen bir tiyatro olayına dönüştü. Zar zor yer bulup da nihayet geçen hafta izlediğimdeyse hiç beklemediğim bir hayal kırıklığına uğradım.
Pürtelaş Tiyatro, yurtiçi ve yurtdışında sahnelemek üzere; heyecan veren, etkili ve risk alan yeni eserler yaratmak için 2014’te kurulmuş bir kolektif. Kurucuları arasında yer alan Serdar Biliş, 1977’de İstanbul’da doğmuş, Londra Middlesex Üniversitesinde tiyatro yönetmenliği okumuş, İngiltere’de çok sayıda oyun sahnelemiş.
Çalışmalarına Londra ve İstanbul’da devam eden Biliş, Royal Court Tiyatrosunda uluslararası metin danışmanlığı yapmış, Mountview, RADA ve İstanbul Şehir Tiyatrolarında oyunculuk, dramatik yazarlık ve yönetmenlik üzerine dersler vermiş. Halen Kadir Has Üniversitesinde tiyatro dersleri vermekte ve mezuniyet oyunlarını yönetmekte.
2014 yılında Pürtelaş’ın ilk oyunu olarak, İstanbul Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Yılın Tiyatro Oyunu Ödülünü alan Lars Noren’in ‘Savaş’ oyununu sahneleyen Serdar Biliş, yeni metinlere yoğunlaşmanın paralelinde klasiklere, özellikle Shakespeare oyunlarına çağcıl yorumlar getirmesiyle de tanınan bir yönetmen. 2010 İstanbul Tiyatro Festivali’nde üç kadın oyuncuyla yorumladığı Shakespeare’in ‘Fırtına’sı, İBŞT bünyesinde ‘Onikinci Gece’ ve Nilüfer Belediyesi Tiyatrosunda sahnelediği ‘Romeo ve Juliet’ bu modernleştirme çabalarından bazıları.
Şahsen, yüzyıllar ya da binyıllar önce yazılmış bir oyunun günümüz seyircisine ulaşmasını sağlayacak her türlü yorumun gerekli olduğuna inanırım. Özgün metinleri kutsallaştırmanın da anlamsız olduğunu, 21. yüzyıl izleyicisine seslenebilecek daha yoğun, daha etkileyici dramaturgilerin, kısaltmaların ve güncelleştirmelerin de gerekli olduğunu düşünürüm. Benim için bu tip uyarlamaların olmazsa olmazı, tek bir kutsalı vardır; o da yazarının mesajına, özüne sadık kalmak. Bu sebeple, Moda Sahnesi’nin, kumbaracı50’nin, Semaver Kumpanya’nın, Aristofanes‘ten Shakespeare’e bütün ayrıksı güncel yorumlarının hep yanında olmuşumdur. ‘Onikinci Gece’de biraz ipin ucu kaçmış da olsa Biliş’in bütün Shakespeare uyarlamalarını da beğenmişimdir. Sanırım Shakespeare’le bulduğu iletişime Çehov’da ulaşamamış.
Bilindiği gibi 1895’te kaleme alınan ‘Çayka / Martı’, modern Rus kısa öykü yazınının ve çağcıl Rus tiyatrosunun kurucusu kabul edilen Anton Pavloviç Çehov’un (1860-1904) dört büyük oyunu arasında, ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kız Kardeş’, ‘Vişne Bahçesi’nden önce, ilk yazılmış olanıdır.
‘Martı’ artık sağlığını kaybetmekte olan eski memur Sorin’in (Şerif Erol) taşrada göl kenarındaki malikânesinde, kısa bir tatil için bir araya gelmiş çoğunun tek ortak noktaları sanat olan farklı karakterler arasında geçer. Oyunun ilk anlarından itibaren kişilerin arasındaki açıkça söylenemeyen karmaşık ilişki yumağı ortaya dökülmeye başlar. Martı’da her şey ve herkes birbirine aşkla bağlı ya da bağımlıdır. Sorin’in kız kardeşi, bir dönemin meşhur yıldızı Arkadina (Tilbe Saran), ünlü ve kendinden başka kimseyi sevmeyen çapkın Trigorin’in (Fırat Tanış) sevgilisidir. Öğretmen (Kayhan Açıkgöz) Maşa’yı, Maşa (Gonca Vuslateri), karşılıksız bir aşkla Arkadina’nın deneysel oyunlar yazan genç oğlu Treplev’i, yazdıklarını küçümseyen annesiyle devamlı tartışan, depresif ümitsizlik krizleri geçiren Treplev (Boran Kuzum), komşu malikânede oturan, ailesinin karşı çıkmasına rağmen oyuncu olmak için yanıp tutuşan 17 yaşındaki Nina’yı (Ecem Uzun) sevmektedir. Ünlü yazarın kişiliğinden etkilenen Nina ise Trigorin’e aşık olacaktır. Doktor (Serdar Orçin) ile Polina (Sevil Akı) ve Şamrayev (Cem Cücenoğlu), Çehov’un diğer oyunlarında da olduğu gibi, derinlemesine işlediği ansambl kastı tamamlarlar…
Anton Çehov, Rus Devriminin gelmek üzere olduğu zaman diliminde yazdığı Martı’da, çökmekte olan Çarlık döneminin toplumsal sorunlarını, bu bunalımın etkisindeki insanlar üzerinden, onların arzularını, hayallerini, düş kırıklıklarını kişilerin en derinlerine inerek yansıtır. “Öfkelenerek ve acıyarak bakıyorum” dediği bu eylemsizlik içinde uyurgezer gibi yaşayan aydınlar ve küçük burjuvalar yaşamaya, bir şeyler yapmaya karşı duyulan güçsüzlüğün, can sıkıntısının çevresinde dolanır dururlar. Ruhları, Treplev’in vurduğu martı kadar ölü olan bu insanlar, o zavallı martı kadar da şanslı değildirler; çünkü ne yaşamaktadırlar ne de ölüdürler. Sınırsız düşlerin simgesi olan, özgürce uçan martının vurulması, sadece Nina’nın umutlarının kırılacağının değil, tüm toplumun çıkışsız bir sona doğru gideceğinin de öngörüsüdür.
Biliş’in iddialı prodüksiyonunun kanımca en büyük eksiği, bu ‘çehovyen’ alt metinlerin su yüzüne çıkamayışında, içlerinde fırtınalar kopsa bile “arada kalmış, bir türlü harekete geçemeyen Çehov insanları”nın hüzünlü ve buruk alaycılığını yansıtamayışında.
Ahmet Sami Özbudak oyunu Türkçe yeniden yazarak 100 dakikaya indirgediğinde, ortaya kesinlikle özüne sadık kalan sağlam bir metin çıkarmış. Yani uyarlamanın Çehov’la ilişkisinde hiç sorun yok. Gamze Kuş’un sahne ve kostüm tasarımına gelince, seyircilerin ortasında bir karede oluşan, merkezine de gölü simgeleyen bir havuzun oturtulduğu soyut mekâna da itirazım yok.
Ama güncelleştirme ya da oyunu zamanın dışına çıkarma adına oyunculara giydirilen kostümlerdeki karmaşa fazlasıyla rahatsız edici. Sorin’in oyunun yazıldığı döneme uygun beyaz takımıyla diğer oyuncuların günümüze uygun giysileri arasında yaratılan karşıtlığın nedenini çözmüş değilim. Arkadina’nın 1950’lerin B-Bilim Kurgu Filmlerindekine benzeyen giysileri bence tam bir felâket. Üst düzey oyunculuğu bir yana, Tilbe Saran, sahneye ya da ekrana girdiği anda ışık saçan, etrafını aydınlatan çok özel bir insan. Kendisine reva görülen kostüm, hele hele giysinin plaj versiyonu Saran’ın ışığını gölgelemekle kalmıyor, yorumuna da negatif enerji yüklüyor.
Sanırım asıl sorun Biliş’in oyuncu yönetiminde. Tiyatro ve sinema dünyasından birçok ünlüden oluşan oyuncu kadrosunun performansı, o “eylemsizliğin” altında yatan traji-komik derinliğe olaşamayan dümdüz, derinlikten yoksun bir çalışma. Kimi pırıltılı olabilecek yorumlar da natamam kalıyor. Büyük oyuncu Tilbe Saran, olağanüstü bir Arkadina olabilecekken yönetmenin kararsız yorumu yüzünden iki arada bir derede kalıyor. Ecem Uzun, 17 yaşında Nina olarak başarılı ama, finaldeki olgunlaşmış Nina’ya uzak kalıyor. Trigorin’in üzerine neredeyse şehvetle atıldığı sahnede adamın ünlü yazarlığından çok karizmasının etkisi altında kaldığını düşündürüyor ki, başarılı oyuncu Fırat Tanış’ın canlandırdığı karakter pek de karizmatik sayılmaz. Hakkını yemeyelim, ilk kez sahnede izlediğim Boran Kuzum Çehov’un Treplev’ine inandırıcı bir yorum getiriyor. Farklı ve daha ‘çehovyen’ bir sahnelemede Tilbe Saran’la nasıl heyecan verici bir ikili oluşturacaklarını hayal edip hayıflandım doğrusu…
Sonuç olarak bence bu ‘Martı’da çok şey var da bir tek Çehov yok. Bu yüzden de başlığa yazarın adını koyamadım.
Tabii ki -eğer yer bulabilirseniz- karar siz izleyicilerin. Hepinize iyi seyirler dilerim.