Guillermo Del Toro, konusu Soğuk Savaş döneminde geçen imkânsız bir aşk öyküsü anlatıyor.
Fantastik ve korku türlerini harmanlayan, farklı evrenlerden çılgın yaratıklarla dolu filmleriyle Del Toro sinemanın en başarılı masal anlatıcısı. Meksikalı usta ülkesinde çevirdiği, zengin hayal gücünün ürünü özgün ve aykırı filmlerinin tutan formüllerini Hollywood’da yaptığı ‘Suyun Sesi’nde kullanıyor. Bu filmde ustanın aynı sularda yıkanma huyunu sürdürdüğünü görüyoruz. İyilerle kötülerin savaşında, ötekilerin ve zayıfların yanında saf tutan, zulmeden güçlünün yenilebileceğini savunan, naif ve masalımsı filmlerini sürdüren del Toro’nun giderek kendini tekrarladığını söylemek mümkün. Sinema tarihinin tüm canavar filmlerinden referans aldığı ‘Suyun Sesi’, ustanın ilk filmlerinin etkileyiciliğinin çok uzağında. Akademi Oscar Ödülleri dağıtımında ‘Suyun Sesi’nin 13 adaylığından dördünü ödüle çevirdi.
‘Suyun Sesi’nin jürilerle arası iyi. Venedik Film Festivali’nde jüri, yarışmanın en iyisi olan ‘Foxtrot’u ikincilik ödülüne kaydırıp bu filme Altın Aslan Ödülü’nü vermişti.
Akademi, dokuz adayın en kalitelisi ‘3 Billboard...’ filmini görmezden gelip ‘Suyun Sesi’ni En İyi Film Oscar’ıyla ödüllendirdi.
Böylece Akademi son beş yılda, Alfonso Cuaron (Yerçekimi - 2013) ve Allejandro İnnaritu’dan (Birdman - 2015)’den sonra 3. bir Meksikalı yönetmeni ödüllendirerek, ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ni kapatmış oldu.
Akademinin konusu Meksika’da geçen ‘Coco’ animasyonuna iki Oscar Ödülü vermesi, bu ülkeye ‘b.k çukuru’ diyen Donald Trump’a cevap oldu.
Fantastik ve korku türlerini harmanlayan, farklı evrenlerden çılgın yaratıklarla dolu, gotik atmosferli filmleriyle Guillermo del Toro, sinema sanatının en başarılı masal anlatıcısı.
1993’teki ilk filmi ‘Cronos’tan günümüze, yüreğimizi dağlayan bu masallar, Meksikalı ustanın zengin hayal gücünün ürünü olarak, aykırı ve özgün olma özellikleriyle hayranlığımızı kazanıyorlar. Konuları hep karanlık diyarlarda geçen, ürkünç ve ucube gibi canavarımsı yaratıkların yer aldığı fantastik hikâyeleriyle Guillermo del Toro, on filmlik kariyerinde hep aykırı filmlerin yönetmeni olarak öne geçti. Şiirselliğini ve duygu yoğunluğunu hiç kaybetmeyen ‘Suyun Sesi/The Shape of Water’in konusu Soğuk Savaş döneminde Baltimore’da geçer. 1962’de ABD hükümeti, Soğuk Savaş için silahlar geliştirdiği bir laboratuvara Amazonlarda ele geçirdiği, yarı insan, yarı balığımsı amfibik bir su yaratığını, tabut gibi bir su tankı içinde getirir.
Burada temizlikçi olarak çalışan, çocukluğunda tecavüze uğramış, boğazından yaralanmış, yetim ve dilsiz Elisa (Sally Hawkins) personelden gizlenen bu tuhaf yaratığın varlığından haberdar olur. Bu amfibik adamı yakalayıp kobaya çeviren güvenlikçi Albay Richard Strickland’ın (Michael Shannon) yaratığa elektrikli copu ile işkence ettiğini gören Elisa’nın keşfi, çok geçmeden farklı bir tutkunun kapısını aralayacaktır. Her sabah banyosunun küvetinde mastürbasyon yaparak güne başlayan, gay çizer, kapı komşusu Giles (Richard Jenkins) ve siyahi çalışma arkadaşı Zelda’dan (Octavia Spencer) başka kimsesi olmayan Elisa, işin peşini bırakmaz.
Zekâsı ve cesaretiyle, askeri laboratuvarın gizli bir bölümünde deneylere tabi tutulan, bir havuzda yaşatılan yaratığa ulaşmanın yolunu bulur ve kendisiyle gizli bir arkadaşlık kurar.
Suda hapsedilen insansı bu yaratığı acımasız deneylerden kurtarmaya karar veren genç kadın, Giles, Zelda ve laboratuvara sızan Rus casusu Dr. Robert’in (Michael Stuhlbarg) yardımıyla bir kaçış planı hazırlar.
SEVGİYE AÇ, DİLSİZ, YETİM KIZIN AŞKI
Doğum yeri Guadalajara’da geçirdiği çocukluğu boyunca dinlediği hayalet öyküleri ve izlediği canavar filmleriyle genişlettiği yaratıcı hayal dünyasını, del Toro İspanya’da çektiği ‘Şeytanın Belkemiği/El Espinazo del Diabolo’ (2001) ve ‘Pan’ın Labirenti/ El Labirento del Fauno’ (2006) filmleriyle dile getirirken uluslararası bir şöhret kazandı.
Atmosfer yaratmadaki ve metaforlardan faydalanmadaki becerisi, sinema tekniğinin ulaştığı zirveden verim almadaki hüneriyle, del Toro yaratıcılığının sınırlarını genişletti. Ancak ‘Suyun Sesi’ ile ustanın aynı sularda yıkanma huyunu sürdürdüğünü görüyoruz. Yukarıda adı geçen iki başyapıtının tutan ve beğeni kazanan formüllerini aynen bu son Hollywood yapımında kullandığına tanık oluyoruz.
İspanya İç Savaşı sırasında faşist Franco güçlerinin solcu Cumhuriyetçilere karşı açtığı savaşta ‘Pan’ın Labirenti’nin acımasız faşist komutanı Vidal’in (Sergi Lopez) yerini, ‘Suyun Sesi’nde bencil, çıkarcı, sadist ve hain Albay Strickland almış. ‘Pan’ın Labirenti’nde, sadist eğilimli babasından kaçmak için bir masal dünyasına giden Ofelia’nın yerini ‘Suyun Sesi’nde, hayatındaki tüm olumsuzluklara rağmen iyimserliğini ve yaşama sevgisini sürdürebilen Elisa almış.
Franco faşizmine direnen ilk filmin yerini, ABD ile Rusya’nın üstünlük sağlamak için çıkardıkları Soğuk Savaş almış. Ancak Hollywood’da daha usta teknisyenlerle çalışıp, fantastik öğelerle bezeli öyküsünü, sempatik canavarlar yaratmadaki becerisini geliştirmenin karşılığını almış.
AMERİKAN RÜYASINI TERS YÜZ EDEN FİLM
İyilerle kötülerin savaşında, toplumca dışlanmış ötekilerin ve zayıfların yanında saf tutan, zulmeden güçlünün yenilebileceğini gözler önüne seren, naif ve masalımsı filmlerini sürdüren del Toro’nun, giderek kendini tekrarladığını da söylemek mümkün. Bilinen iyiyle kötünün, masumiyetle aç gözlülüğün savaşında Hollywood’un saflık ve iyimserlik klişelerini tekrar tekrar kullanan del Toro’nun bu son filmi ustanın ilk filmlerinin etkileyiciliğinin çok uzağında.
Meksikalı yönetmen ‘Suyun Sesi’ senaryosunu yazarken sinema tarihinin tüm canavar filmlerinden ve bazı savunmasız, naif, engelli kadın kahramanlı filmlerden referans almış.
Başta Jean Cocteau klasiği ‘Güzel ve Hayvan/La Belle et la Bete’ (1946) olmak üzere, 1933’ten günümüze çevrilen tüm King Kong filmlerinden ve Jack Arnold’un 1954 tarihli ‘Mavi Göl Canavarı’ndan ilham almış.
Jean-Pierre Jeunet- Marc Caro ikilisine şöhret kapısını açan ‘Şarküteri/Delicatessen’ (1991) ve ‘Kayıp Çocuklar Şehri/La Cité des Enfants Perdus’nün (1995) ve Jeunet’nin tek başına gerçekleştirdiği ‘Amelie’sinin (2001) izlerine ‘Suyun Sesi’nde rastlamak mümkün.
Elisa’nın evinin banyo küvetinde yarattığı Amazon canavarı ile seks yaptığı sahneler, Andrej Zulawski’nin ‘Posession’undan ödünç alınmış gibi. O filmde bir canavarla sevişen Isabelle Adjani, bu rolüyle 1981 Cannes Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanmıştı. ‘Pan’ın Labirenti’nin Ofelia’sının, ‘Şeytanın Belkemiği’nin yetim Carlos’unun, ‘Suyun Sesi’nin dilsiz Elisa’sının öykülerinde kötü olan canavarlar değil insanlar. Üstelik bu son filmiyle del Toro ‘Amerikan rüyası’nı ters yüz etmede başarılı. Zencilere ikinci sınıf muamelesi yapıldığı, bazı eyaletlerinde beyazların zencilerle evlenmelerinin yasak olduğu yıllarda, ‘Suyun Sesi’nin otoriter güvenlikçi albayı Strickland mutlu bir aile reisidir. Çok güzel bir evi, görkemli bir arabası vardır. Güzel ve becerikli bir eşe, ideal iki çocuğa sahiptir. Ancak kötü ruhludur, oportünisttir, bencil ve acımasızdır. Gayeye ulaşmak için bütün hileli yolları kullanmaktan, tüm engelleri aşmak için zorbalık yapmaktan, öldürmekten geri kalmaz.
Filmin artıları arasında, Paul D. Austerberry’nin özenli yapım tasarımı ve sanat yönetimini, kameraman Da Lausten’in etkileyici görselliğini, Luis Sequeria’nın dönemin atmosferini yansıtan kostümlerini, Oscar’lı Fransız müzisyen Alexandre Desplat’nın nefis bestelerini, Sidney Wolinsky’nin dinamik kurgusunu saymak mümkün.
Esasen yukarıda saydığım teknisyenler rekor sayıda (13) adaylık alan filmin Oscar adayları arasında. Teknik ödüllerden, Paul Denham Austrberry’nin Yapım Tasarımı ile Alexandre Desplat’ın film müziği Oscar ile ödüllendirildi.
MÜTHİŞ BİR TEKNİSYEN VE OYUNCU KADROSU
Filmin, üçü Oscar Ödülü’ne aday gösterilen müthiş oyuncu kadrosuna gelince… Mike Leigh’in ‘Hemşire/Vera Drake’ (2004) ve ‘Daima Mutlu/Happy Go Lucky’ (2008) filmlerinde yer alan fetiş oyuncusu Sally Hawkins, dilsiz, yalnız, toplumdan dışlanmış, sevgiye aç yetimhane kızı, temizlikçi kadın Elisa rolünde harikalar yaratıyor.
İngiliz aktris, beş yıl önce Woody Allen’ın görkemli ‘Mavi Yasemin/Blue Jasmine’ filminde de En İyi Yardımcı Aktris alında Oscar’a aday gösterilmişti.
Evinde televizyon karşısında gününü geçiren, tembel kocasına hizmet etmek için saçını süpürge eden, Elisa için her türlü fedakârlığı yapan şişman temizlikçi kadın Zelda rolünde Octavia Spencer, bilinen rahatlığıyla filmin en sempatik karakterlerinden birini canlandırıyor. Spencer 2012 yılında, Tate Taylor’un ‘The Help’ filminde yine hizmetçi rolünde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar Ödülü’ne layık görülmüştü. Elisa’nın iş çıkışı birlikte televizyon izlediği, tekdüze yaşamını paylaştığı, sırdaşı, peruklu gay çizer komşusu Gilles’i Hollywood’un eski tüfeklerinden Richard Jenkins canlandırıyor. İşkence altındaki Amazon yaratığını laboratuvardan kaçırmada rol oynayan Gilles’de etkileyici bir kompozisyon çizen Jenkins, evvelce Tom McCarthy’nin ‘The Visitor’ filmiyle 2007’de En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı idi.
Hollywood’un en iyi karakter oyuncuları arasında gösterilen Michael Shannon, filmin kötü adamı, güvenlikçi Albay Strickland’da bilinen ustalığını sergiliyor. Shannon evvelce ‘Nocturnal Animals’ (2017) ve ‘Revolutionary Road’ ile Oscar’a aday gösterilmişti.
Laboratuvara sızmayı başarmış, ikili oynayan Sovyet casusu bilim adamı Dr. Robert’te Michael Stuhlbarg ile Amazon’dan getirilen su yaratığını canlandıran Doug Jones, oyuncu kadrosunun başarısına ortak oluyorlar. Ülkesinde çevirdiği fantastik masallarla kendisine Hollywood’da yer edinen Guillermo del Toro, burada ‘Hellboy’ serisi, ‘Blade II’ ve ‘Pasifik Savaşı’ gibi doğaüstü aksiyon filmleri çevirdi.
İnsancıl ve barışçıl bir aşk öyküsü olan onuncu film, romantizm sosu eklenmiş ‘Suyun Sesi’ ile fantastik türüne dönüş yapıyor.