Belki biraz zor ama tüm bilinenler de öyle değil mi?
Epistemolojik kopuş, Fransız filozof Louis Althusser’in kullandığı bir terim, Karl Marx’ın erken ve geç dönem eserleri arasındaki farkı anlatan bir ifade. Ama öyle sıradan solculuk anlayışı falan değil ya da sol diye izah edilen derinliği hoyratça tüketenler gibi de değil. Söz konusu kopuş, 1840’lı yıllarda meydana gelmiş ve bir filozof olarak Marx (Hegel’in yoğun etkisi altındaki döneme denk gelerek okunacak bir metin olarak) ile bir toplum bilimci olarak Marx’ı birbirinden ayırmıştır. Kopuştan sonra, Marksist kuram toplum ideolojisini parçalarına ayırma görevinin bilimsel aracı haline gelmiş hatta Marksizmin, kendi ideolojisinin ötesine geçebildiği ve bir bilim olarak bir takım yorumların değil, hakikatlerin kaynağı olduğu iddia edilmişti.
Marx’ın ünlü “Filozoflar, dünyayı çeşitli açılardan yorumladılar, oysa önemli olan dünyayı değiştirmektir” sözü, hayatının iki aşamasındaki yaklaşım farklılığını çok açık biçimde ifade eder. Anlamak asında. Altı dolu felsefe ile derinlemesine anlamaktan bahsediyorum. Sığ sonuçlar yerine derin sebepleri bilerek düşünce geliştirmek ve eylemi onun üzerine kurmaktan bahsediyorum.
Elbette çok da kolay değil. Zaman akıyor çünkü. Bir felsefe deneyimi olarak zaman düşünceyi eylemselleşemeden gerisinde bırakabiliyor. Amacı olan tarih de bunu ifade etmeye yarıyor. Hatta bunu arıyor bile diyebiliriz. ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’ isimli çalışmasında Francis Fukuyama, “amacı olan tarih” diyebileceğimiz bir anlayışa karşı çıkmakta. Tam da yukarıda anlattıklarıma örnek bu karşı çıkış. Devletin resmi tarihi yazma gayreti ya da her gelen iktidarın siyasi temeline göre tarihe müdahale gayesi gibi...
Amacı olan tarihte, tarih büyük bir metafiziksel planın gerçekleşme zeminidir (Hegel veya Marx’ın savunduğu gibi). Örneğin Hegel’e göre tarih, ‘Dünya Tini’nin kendini gerçekleştirme sürecidir. Marx ise tarihi, bir sınıf mücadelesi olarak görmüş ve bu mücadelenin ‘proletarya diktatörlüğü’yle sona ereceğini savunmuştu. Fukuyama’ya göre, bir amacı olan tarih anlayışına bağlı kalındığı için insanlığın başından hiç dert (savaşlar, kanlı devrimler, vb.) eksik olmamıştır. Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından bu saplantıdan kurtulma ve barışçıl, liberal demokratik bir hayat tarzına kavuşma fırtınasına erişilmiştir.
Bu son kurduğum cümle bir ironi aslında.
Liberal demokratik dediğimiz şeyin en çok halkın temsil edilmemesi olduğunu demokrasiyi en çok savunanlar en son anlıyorlar.