Homines, dum docent, discunt / İnsanlar öğretirken, öğrenirler!

Alper ALMELEK Perspektif
7 Mart 2018 Çarşamba

Seneca ‘Epistulae’ eserinde nasıl da taşı gediğine koymuş! Bu mantıktan yola çıkarak ben de bu yazıyı yazarken kim bilir neler öğreneceğim ki size de aktarmaya çalışacağım!

Görkemli bir ödüle muziplik yapılabilinir mi? Yapılmış işte! Hem de 17 yıl sonra!! Nasıl mı diyeceksiniz!? Goncourt Ödülü Fransa’nın Nobel’i kabul ediliyor. Onu aldınız mı rüştünüz çoktaan ispatlanmış demektir! Romain Gary (Litvanya doğumlu 1914-1980 yılları arasında yaşamış Yahudi bir yazar) de 1956 yılında ‘Cennetin Kökleri’ adlı romanıyla bu değerli ödülün sahibi oluyor. Ancak Romain Bey elli kadar romanı beş farklı isimle yazmış ilginç bir adam. Nitekim ‘Onca Yoksulluk Varken’ adlı muhteşem bir romanı ‘Emile Ajar’ takma adıyla yazdıktan sonra bu sefer 1973 Goncourt Ödülünü alınca kıyamet kopuyor. Haliyle bu ödül bir yazara ancak bir kez verilebilir. Ödülün kendisine verilmesinden az zaman sonra, taa 17 yıl önce bu ödülü bir başka isim altında aldığı ortaya çıkınca ortalık karışıyor. Kimin aklına gelir değil mi böyle cin bir şey yapmak. Bir yandan da büyük bir onur bir yazar için, hayatı boyunca böyle bir ödülü iki kez almış olmak!

Gelelim romanımız ‘Onca Yoksulluk Varken’e. Herhalde en çok hediye ettiğim romanlardan olduğunu söyleyebilirim. Zaman zaman gözlerim dolarak okuduğum ama kitabın sonunda koptuğum bir eser.

Nasıl tanıştın diye sorarsanız, o sıralarda (2013 Kasım) Buket Uzuner’in ‘Balık İzlerinin Sesi’ romanını keyifle ve merakla okurken, romanda -hak ettiği gibi- uçuk olarak betimlenen Romain Gary’nin diğer bir karakter Afife Piri ile yaşadığı eksantrik bir aşk betimleniyordu. Romain Gary karakterinin bende bıraktığı etkiyle bu yazarın herhangi bir yapıtını elime alma ihtiyacı benliğimi sardı. Nasıl bir heyecanla ‘Onca Yoksulluk Varken’i okumaya başladığımı dün gibi hatırlıyorum.

Romanda zamanında ‘fahişelik’ yapmış olan Yahudi Bayan Rosa’nın artık yaşlandığı için hayat kadınların çocuklarına para karşılığı yuva-ev açmasının formatı içerisinde bu çocuklardan en sevdiği Momo (Cezayirli bir Arap çocuk ve yaşıtlarından farklı bir duyarlılığı var etrafına karşı) ile ilişkisi anlatılıyor. Madam Rosa, Momo’yu torunu ya da oğlu gibi o kadar çok seviyor ki, onun ailesinden artık para gelmediği halde, onu bırakmayı aklından geçirmiyor. Dr. Katz’ın söylediği gibi, “...bu çocuğun çok duyarlı olduğu ve sevgi gereksindiği bir gerçek.”

Momo, diğer beş çocukla beraber Madam Rosa’nın evinde yaşarken mahallenin getirdiği yaşam tarzını yaşayarak çevresiyle iyi ilişkiler kuruyor. Çocuğun etrafında kendisine okuma yazmayı öğreten Yahudi Dr. Katz, Victor Hugo’dan eserler okuyan Mösyö Hamil, travesti Bayan Lola, Afrika memleketlerinden komşular, sokaklardan orospular, serseriler var. Kitap adeta bir Pedro Almodovar filmi gibi bin bir çeşit toplumun en itilmiş ve yadırganan karakterleriyle bezenmiş. Tek fark bir İspanyol şehri yerine Paris’in fakir mahallelerinden birini kendine plato olarak seçmesi.

En vurucu kısımlardan biri de Madam Rosa ve ‘enteresan’ ailesine para ve diğer yardımları yapan travesti Lola’nın mesleğini ifade ediş yolu: Vücutlarını satmayı ‘kendini savunmak’ diye adlandırıyorlar.

Madam Rosa ölüme çok yaklaştığını bildiği halde belki de kendisini kurtaracak bir ameliyata Momo’dan uzak kalmamak için sıcak bakmıyor. Momo da hem cana yakın bir kız olan hem de kendisini evlat edinmeye niyetli Nadine ile tanışıp daha rahat bir yaşam kurma imkânına karşılık Madam Rosa’yla daha fazla vakit geçirmek uğruna kıza yüz vermiyor.

Roman adeta bir çocuğun iç dünyası üzerine kurulmuş. Olan bitenler hep onun bakış açısıyla ifade edildiği için okurken yüzünüzden gülümseme eksik olmuyor, kimi zaman bir iki damla gözyaşı aşağıya süzülüp süzülmeme arasında bocalıyor:

“…odanın kapısı açıldığında Doktor Katz beyaz giysiler içinde içeri girip de saçımı okşayınca kendimi daha iyi hissediyordum, işte bu yüzden tıp diye bir şey vardır...”

“O dönem en iyi dostum, tepeden tırnağa giydirmiş olduğum, Arthur adında bir şemsiyeydi…”

“…istediğim zaman herkesi görebilirim, King Kong’u da, Frankenstein’ı da, yaralı pembe kuş sürülerini de. Bir tek annemi göremem, çünkü bu konuda yeterince imgeye sahip değilim…”

“Dünyanın en güçlü şeyi polislerdir. Bir çocuğun babası polisse, ötekilerden iki kat daha fazla babası var gibidir…”

Kitabı okumak isteyenler çıkar düşüncesiyle hikâyenin insanı şaşırtırken üzen ama bir o kadar da ‘sevgi’yi damarlarınızdan hızla akıttıran sonunu anlatmayacağım. Ancak kitabın bitişi Emile Ajar (Ya da Romain Gary)’ın ne kadar özel bir insan olduğunu düşündürttü bana. Bu büyük yazar öldüğünde 9 yaşındaymışım, demek ki çok tesadüfi olsa tanışma imkânımız bile olabilecekmiş dedirtti bana.

Sağlıcakla okuyarak paylaşımlara…

 

NOT: Kitabı eğer okursanız ricam, elinizde bir fosforlu kalem vs ile okuyun ve sizi heyecanlandıran yerleri işaretleyin. Sonra da arzu ederseniz romanla ilgili fikirlerinizi bana yazın, tartışalım.

[email protected]