“Eğer evrenin gizemini anlamak, istiyorsan; enerji, frekans ve titreşim yasalarıyla düşün” Nikola Tesla
İçinde bulunduğumuz çağda, yaşamın her alanında, devrimsel bir süreçten geçiyoruz. Bunun ne kadar farkındayız? Bu değişime ne kadar ayak uydurabiliyoruz? Bu kendimize sorabileceğimiz ve cevabını ancak kendi içimizde verebileceğimiz bir soru.
Bilgiye hükmetmek için mücadele eden, başta Ortaçağ Avrupa’sı olmak üzere, dünya tarihinde en ateşli tartışmaların yaşandığı, uğrunda insanların öldürüldüğü, iki alan nedir dersem, herkesin aklına din ve bilim gelecektir sanırım. Son dönemde bilimsel alanda yapılan araştırmalar sayesinde her daim kavgalı olan bu iki kardeşin, artık aynı noktada birleştiğini görüyoruz. İfade tarzları birbirinden farklı olmasına rağmen her ikisi de aynı görüşü paylaşıyor. Bu görüş her şeyin enerji olduğu hususudur: Her şey enerjidir ve belirli titreşimlere ve frekansa sahiptir.
Yıllar süren araştırmaları sonunda fizik ve felsefe ilişkisi açısından geldiği noktayı ifade etmek üzere Albert Einstein’da benzer şeyler söylemiştir:
“Her şey enerjidir ve her şey yalnızca bundan ibarettir. Sahip olmayı istediğiniz gerçekliğin frekansına uyumlandığınızda artık yapacak bir şey yoktur o gerçeklik size ait olur. Bundan başka bir yol yoktur. Bu felsefe değildir. Bu fiziktir.”
Fizik açısından evreni algılamaya çalıştığımızda ise iki kuram karşımıza çıkar: Birincisi Newton’un fizik yasalarıdır ki bu görüşe göre “Her şey kendisinden daha küçük parçalara bölünmüştür. Parçaları kontrol et, bozulanları değiştir. Böylece bütünü kontrol edersin.” Bu anlayış 19. ve 20. yüzyıla damgasını vurmuş, politikadan sanayiye, tıp bilimine kadar insanlığın yaşamındaki her noktaya nüfuz etmiştir. Sanayi devrimi ile parçalanmış ürünler birleştirilmiş, politika da böl, parçala, yönet bir slogan haline gelmiştir. Tıpta ise insanın organlarının makine parçaları gibi birbirinden ayrı görüldüğü bir tedavi sistemi Newton’cu fizik anlayışının insan doğasındaki iz düşümü olmuştur.
Zaman içinde etkisini politikadan, sanayiye, insan psikolojisinden, toplum bilimine kadar her alanda çok daha belirgin olarak göreceğimiz ikinci kuram ise Kuantum Fiziği’dir. Kuantum Fiziği, fizikle fizikötesinin birbirine karıştığı bir noktanın adıdır. Bu nokta klasik anlamdaki fiziksel maddenin enerjiye dönüştüğü bir alana sokar bizi. O alanda artık atom altı parçacıklar, hızla hareket eden enerjiden başka bir şey değildir. Kuantum evreninde gözlemleyen kişi ile gözlemlediği parçanın birbirinden bağımsız, kopuk şeyler olmadığı ifade edilmektedir. Düşünceyle enerji, gözlemleyenle gözlenen, iç ile dış, burası ve ötesi arasındaki ayırımlar kalkmaktadır. Birbirinden ayrı parçalardan söz etmek imkânsızlaşır, her şey bir ve bütün olur. Okyanusta kıyıya vuran dalgalar, dalganın köpüğü, girdap, hepsi özünde sudur. Suyun damlaları ve okyanus arasında bir fark var mıdır? Newton’cu fizik anlayışı insanın evreni yorumlayışını nasıl etkilediyse, Kuantum Fiziği de bizleri evren denen enerji okyanusunun damlaları olduğumuzu idrak etmemiz gereken bir yere doğru evriltmektedir.
Wally Pfister’in yönettiği Ekim 2014’te gösterime giren, Türkçeye ‘Evrim’ olarak çevrilen ‘Transcendence’ filmi insanoğlunun enerji okyanusuyla nasıl bütünleşebileceğine dair bilimsel bir hipotez sunmaktadır izleyicisine. Başrollerini Johnny Depp ve Rebecca Hall’in paylaştığı filmin kahramanı Dr. Will Caster, yapay zekâ projesini yürüten bir bilim insanıdır, eşi Evelyn’le aynı projede çalışırlar. Film “İnsan ırkı hayatta kalmak ve refahını yükseltmek istiyorsa yeni bir düşünce şekli şarttır” sözleriyle başlayan bir seminer ile açılır.
Dr. Will Caster, sürdürdüğü yapay zekâ projesiyle radikal gruplar tarafından ‘kendi tanrısını yaratmak’la suçlandığı için öldürülecektir. Dr. Caster, eşi Evelyn ve en yakın arkadaşından öldüğü takdirde zihninin kendi projesi olan kuantum bilgisayara aktarılmasını ister ve sonuç istediği gibi olur. Dr.Will Caster’ın zekâsı, adeta ruhu, bilgisayara aktarılmıştır. Kuantumsal alana nüfuz edebilen ve internet ağıyla dünyadaki tüm bilgisayarlara sızabilen doktor, aynı zamanda yapay zekâyı insana taşımayı başarır.
Transcendence filmi kulağa fantastik gibi geliyor öyle değil mi? Kablosuz iletişim sistemi olan wi-fi, cep telefonlarına erişim imkânı veren baz istasyonları sayesinde her birimiz görünmez ağlarla birbirimize bağlı değil miyiz? Bunlar bizi teknolojik anlamda bir bütünün parçaları yapmaz mı? Peki insanoğlunun kendi içinde, tüm bu teknolojilerden çok daha gelişmiş, evren denen enerji okyanusu ile bütünleşmesini sağlayacak bir mekanizma mevcut dersem bana inanır mıydınız?