Festivalin öne çıkan filmleri

Sinemanın bir şenlik olduğunu anımsatan 37. İstanbul Film Festivali geride kaldı

Viktor APALAÇİ Sanat
18 Nisan 2018 Çarşamba

Ulusal yarışmada yer alan, Sundance’ta Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan ‘Kelebek’, birbirinden uzak düşmüş üç kardeşin geçmişle hesaplaşmalarını, buruk bir söylemle dile getiriyor. Tolga Karaçelik, kişisel, özgün, hınzır ve esprili senaryosunda, komediyle dramı ustalıkla harmanlarken, izleyicisini sık sık ters köşeye yatırıyor. Festivalin öne çıkan diğer filmlerinden ‘İtaatsizlik’te Sebastian Lelio, konusu Londra’nın dindar Yahudi cemaatinde geçen bir eşcinsel öykü anlatıyor. Polis klasiklerinin tüm kurallarına uyan ‘Siyah Nehir’de Eric Zonca, izleyiciyi üst üste gelen sürprizlerle şaşırtıyor. Christian Petzold Nazi zulmünden kaçanların gizemli öyküsünü ‘Transit’te anlatıyor. Steven Soderberg’in ‘Saplantı’sı, iPhone ile çektiği bir psikolojik gerilim filmi. ‘Çığlıklar ve Fısıltılar’ başyapıtı Ingmar Bergman’ın kadın ruhunun inceliklerini işlemedeki dehasını kanıtlıyor.

Bu yazımda, başta Tolga Karaçelik’in ödüllü ‘Kelebekler’i olmak üzere 37. İstanbul Film Festivali’nin öne çıkan bazı filmlerinden bahsedeceğim. Geçen hafta, Yabancı Dilde En iyi Film Oscar’ını kazanan ‘Muhteşem Kadın’ı vizyona giren Sebastian Lelio, festivalde gösterilen ‘İtaatsizlik/ Disobediance’ ile bizleri yine şaşırtıyor.

‘Gloria’ (2013) başyapıtından sonra, yine zorluklara göğüs geren kadın karakterlere sempatiyle bakmayı sürdüren Şilili usta, sözlere konusu Londra’nın dindar Yahudi cemaatinde geçen gizemli bir öykü anlatıyor.

Gençlik arkadaşı Esti (Rachel McAdams) ile yaşadığı eşcinsel bir ilişki yüzünden dışlanan Ronit (Rachel Weisz), taşındığı New York’ta başarılı bir fotoğrafçı olmuştur. Babasının ölümü üzerine, uzun yıllar sonra döndüğü Londra’da, Esti’nin gençlik arkadaşı Dovid ile evlendiğini görür. İki genç kadının birbirlerini hâlâ sevdiklerini anlamalarıyla tekrar ilişkiye girmeleri, aşırı dindar Yahudi cemaatinde kabul görmez.

Üçlünün hayatını altüst eden bu skandalda, fedakârlık edip zararlı çıkacak kim olacaktır? Ortak inanç ve bireysel özgürlüklere hassas yaklaşımıyla, nüanslarla bezeli bu çok katmanlı film bu soruya cevap arayacaktır. Karşılıklı döktüren iki Rachel’i(Weisz ve Mc Adams) izlerken Sebastian Lelio’nun kadının iç dünyasının labirentlerinde dolaşmadaki hünerine bir kez daha şapka çıkarıyoruz.

Fransa ve Almanya’dan iki kaliteli film

İlk filmi ‘Meleklerin Düş Yaşamı/ La Vie Revée des Anges’ (1998) ile ünlenen Fransız senarist yönetmen Eric Zonca’nın, 20 yıllık kariyerinde sadece dört film yaptığından pek üretken olduğu söylenemez.

Ancak Dror Mishani’nin romanından uyarladığı son filmi ‘Siyah Nehir/ Fleuve Noir’, bir aile dramına odaklanan müthiş bir polisiye. Polis romanları klasiklerinin tüm kurallarına uyan filmde, sevgilisi tarafından terkedilmiş, disiplinsiz, bıkkın, alkolik bir komiser var. Bir ailenin ortadan kaybolan ergen oğlunun izini süren komiser Visconti’yi, bütün şüpheleri üzerine çeken çocuğun eski öğretmeni, kendi oğlunun da içinde bulunduğu bir uyuşturucu mafyası, ormanda eşcinsel seks yapan bir çete ve bizzat çocuğun anne-babası çok uğraştırır.

Son yarım saatinde, gerilimli atmosferi ve üst üste gelen sürprizleriyle film izleyicisini sürekli ters köşeye yatırıyor. Komiser Visconti’de Vincent Cassel, öğretmende Romain Duris karşılıklı döktürürken, anne rolündeki Sandrine Kimberlain çok inandırıcı.

‘Barbara’ ile hayranlığımızı kazanan Alman auteur Christian Petzold, Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan ‘Transit’ ile göçmen sorununa Avrupa’nın geçmişinden göz atıyor.

Marsilya’da gemiye binip Yeni Dünya’ya kapağı atmaya çalışırken Georg kendi gibi birçok gizemli mülteciyle tanışır. Nazi zulmünden kaçanları, işbirlikçi Fransızların ihbarlarının kurbanları, üst üste yaşanan ölümcül dramlar ve çeşitli sürprizlerle ‘Transit’, tarihten ödünç alınmış zengin bir öykü sunuyor.

Petzold filmini günümüz Marsilya’sında çekerek, hem 75 yılda çok az şeyin değiştiğinin altını çiziyor hem de göçmenlik ve arada kalmışlığa dair sinemasal bir tartışma alanı açıyor.

Son Soderberg ile Bergman başyapıtı

Oscarlı yönetmen Steven Soderberg’in, Son Berlin Film Festivali’nde yarışan ve tamamen iPhone ile çekilen filmi ‘Saplantı/ Unsane’ başarılı bir psikolojik gerilim.

İşinde başarılı bir genç kadının, geçmişte peşine takılan eski sevgilisinin kendisini sürekli izlediği hissinden kurtarmak için psikolojik destek almak amacıyla doktora gitmesiyle başlayan film, kısa sürede bambaşka bir kulvara sapıyor. Genç kadın arzusu dışında bir hastanede kalmaya mecbur edilince hayatı kâbusa dönüşüyor. Film hastane yöneticileri ve iki doktorun kadına yaptığı psikolojik işkenceyi anlatıyor.

Soderberg öykü anlatmadaki, gerilim yaratma becerisini kanıtlarken, izleyiciyi sıkça ters köşeye yatırıyor. 37. İstanbul Film Festivali, dünya sinemasının en saygın yönetmenlerinden Ingmar Bergman’ı, doğumunun 100. yılında dokuz filmlik bir seçkiyle özel bir bölümle andı.

‘Çığlıklar ve Fısıltılar/ Cries and Whispers’ aradan 44 yıl geçmesine rağmen bir başyapıtın nasıl eskimediğini ve yaratıcısı Bergman’ın kadın ruhunu inceliklerini işlemedeki dehasını kanıtlaması yönünden önemli bir deneyim oldu.

Senaryosunu yazdığı filmde Bergman 19. yüzyılın sonlarında iki kardeşin ölmek üzere olan ablalarını ziyaret edişlerini konu alıyor. Üç kardeş ve hastaya bakan hizmetçinin birbirleriyle ilişkisi üzerinden aile bağlarına ve iletişim sorunlarına derinlemesine bir bakış atan film, Bergman’ın en karamsar yapıtı.

Kırmızı rengin son derece baskın kullanımıyla gotik bir atmosfere bürünen film, Bergman’ın fetiş kameramanı Sven Nykvist’e bir Oscar kazandırmıştı.

ÖZGÜN BİR ABSÜRD KOMEDİ

Robert Redford, sinemanın özgür, aykırı yaratıcıları için Sundance Bağımsız Film Festivali’nin öncüsü oldu. Tolga Karaçelik’in özgün ve absürd kara komedisi ‘Kelebekler’i bu festivalde ‘Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan ilk ve tek Türk filmi oldu.

Üç filmle sinemamızın umut vaat eden yönetmenleri arasına giren Tolga Karaçelik (37), asosyal bir gişe memurunun absürd öyküsünü anlattığı ‘Gişe Memuru’ (2010) ile dikkatleri üzerine çekmiş, patronları iflas ettiği için paralarını alamayan bir gemi mürettebatının isyanını klostrofobik bir atmosfer içinde anlatan ‘Sarmaşık’ (2015) ile hayranlığımızı kazanmıştı.

Yine senaryosu kendisi tarafından yazılan ‘Kelebekler’, birbirinden uzak düşmüş üç kardeşin yıllar sonra buluşmasını ve geçmişle hesaplaşmalarını, yüreklere seslenen sıcak bir atmosfer içinde, buruk bir söylemle dile getiriyor.

30 yıl önce baba ocağından kopan, birbirleriyle iletişimi kalmayan üç kardeşten, ağabey Cemal (Tolga Tekin) kapağı Almanya’ya atmıştır. Sevgilisi (Ezgi Mola) ile sakin bir hayatı olan Kenan (Bartu Küçükçağlayan) canlandırma filmi seslendirme sanatçısıdır. Kendini sürekli aldatan ve yalan söyleyen bencil kocasından ayrılmayı kafasına koyan kız kardeşleri, öğretmen Suzan (Tuğçe Altuğ) hayatında yeni bir başlangıcın eşiğindedir.

Astronot olma hayaliyle yanıp tutuşan Cemal, bencil ve sevgisiz babasından kardeşleriyle birlikte, yaşamakta olduğu Ege köyüne gelmesini isteyen bir telefon alır.

Film, günümüz sosyal hayatının önemli sorunu iletişimsizlik üzerinden aile kurumunu sorguluyor. Birbirlerinden kopmuş, yabancılaşmış, tümü sorunlu üç kardeş, yıllar sonra bir araya geldiklerinde yeni bir başlangıç yapma, uzlaşma kararı alabilirler mi?

Film, kuşak ve sınıf çatışmaları üzerinden, zeki ve yaratıcı tespitler eşliğinde bu soruya cevap arıyor.

Tolga Karaçelik, bu kişisel, özgün, hınzır ve esprili senaryosunda, komediyle dramı ustalıkla harmanlarken, izleyicisini sık sık ters köşeye yatırıyor. Absürd ve komik bir sahnenin ardından, duyarlı ve hüzünlü bir sahne geliyor.

Üç kardeş kiraladıkları arabayla yola koyulup, hayatın girdabına kapıldıktan sonra, aralarındaki bağın kopuşundaki sebepleri araştırıyorlar.

Yol üstü karınlarını doyurmak için uğradıkları lokantada, alkole alışık olmayan Suzan, ağabeylerine uyup kafayı çekince sarhoş olur. Etrafına hakaret edince, ağabeyleri lokantanın sakinleri tarafından eşek sudan gelinceye kadar dövülür.

Bir içsel hesaplaşma öyküsü

Annelerinin 30 yıl önceki intiharından sonra adım atmadıkları köye vardıklarında, üç kardeş garip olaylarla karşılaşırlar. Köyün muhtarından (Serkan Keskin) babalarının köyün acayipliklerinden biri olan kelebeklerin gelişinde gömülmesini vasiyet ettiğini öğrenirler.

Köyü dolaşırken, içinde patlayıcı bulunan yemleri yiyerek durdukları yerde bomba gibi patlayan tavukların kanları yüzlerine, gözlerine bulaşır.

Kardeşler köyde geçirdikleri zaman süresinde yaşadıkları enteresan olaylar esnasında hem birbirlerinin, hem kendilerinin, hem de babalarının kim olduğunu anlamaya çalışır.

Senaryoda yer alan uçuk karakterler alabildiğine komik. Filmde gerçek hayattan alınma zengin ve ilginç karakterler resmigeçidine tanık oluyoruz. Varoluşsal sorunlar yaşayan, defin töreni sırasında duayı kesip dinin kurallarını tartışmaya açan, entelektüel birikimi zengin bir imam (Hakan Karsak)… Aciz, beceriksiz, kararsız ama esprili bir köy muhtarı ve onun aklıselimin temsilcisi, çokbilmiş karısı (Gülçin Kültür Şahin)… Absürd bir kara komediye yakışan filmin finalinde karşımıza çıkan köyün bilge kişisi, kör çoban (Ercan Kesal).

Tolga Karaçelik birbirlerinden rol çalmayan, iyi seçilmiş, dengeli bir oyuncu kadrosunu yönetmede çok başarılı. Tümü yetenekli, tiyatrodaki başarılarından tanıdığımız üç deneyimli başrol oyuncusu arasından, Bartu Küçükçağlayan, görkemli performansıyla öne çıkıyor.

Grup Gündoğan’ın mizansene büyük katkısı olan başarılı müziği ‘Bir Yaz Daha Bitiyor’ akıllara kazınıyor.

‘Kelebekler’in şüphesiz ki eleştirilecek yönleri var: Tekrara düşmeler, uzun tutulmuş süresi ve zaman zaman düşen tempo gibi.

Kültür Bakanlığından destek alamaması üzerine, kitlesel fonlama gibi alternatif yöntemlerle film 18 gün gibi kısa bir sürede çekildi.

Filmin yapımcıları arasında yer alan, Chantier Film sahibi Anter Kardeşleri kültür hayatımıza katkılarından için kutluyorum.