Bu yazımla geride kalan 37. İstanbul Film Festivali defterini kapatıyoruz.
Festival programında yer alan 200 filmin yirmisini evvelce izlemiştim. Festivalin 12 günlük süresinde izlemiş olduğum 50 filmden sonra edindiğim kanaat, 37. Festivalin son yılların en sönük, en parıltısız festivali olmasıydı. Ancak İstanbul Film Festivali’nin sinematek işlevini üstlenmesi, bizlere yedinci sanatın klasiklerini sunması, sinefiller için bir teselli oldu. Altı filmle temsil edilen İsrail sinemasından gelen ‘Hasret’, programda yer alan en kaliteli yapıtlardan biriydi. Raymond Depardon’un belgeseli ‘12 Gün’, üç César Ödüllü ilk film ‘Çiğ Süt’, Gümüş Ayı Ödüllü ‘Dua’ ile iyi temsil edilen Fransız sineması, Abdüllatif Kechiche’in ‘Kısmet Sevgilim’ ile düş kırıklığı yaşatıyordu. İmkânsız bir aşkı anlatan ‘Canavar’, Katalan yönetmen Isabel Coixet’in ‘Sahaf’ı, cesur Fas filmi ‘Baskın’, Berlin’den ödüllü Polonya filmi ‘Yüz’, Altın Lale sahibi ‘Western’, 37. Festivalin akla kalan kaliteli filmleriydi.
37. İstanbul Film Festivali programında yer alan 200 filmin yirmisini evvelce izlemiştim. Festivalin 12 günlük süresinde izlemiş olduğum 50 filmden sonra edindiğim kanaat, 37. Festivalin son yılların en sönük, en parıltısız festivali olmasıydı.
Beni çok heyecanlandıran bir başyapıta rastlamadım. Her yıl programda yer alan bazı filmlerin günlerini sabırsızlıkla beklerdim. Bu yıl böyle bir şey olmadı. Eski yılların aksine, bu yıl sinemaya yenilik getiren, keşif duygusu yaratan tek film yoktu.
Ancak, İstanbul Film Festivali’nin sinematek işlevini üstlenmesi, bizlere yedinci sanatın klasiklerini hatırlatması sinefiller için bir teselli oldu.
Doğumunun 100. yıldönümü vesilesiyle, İngmar Bergman’ın parlak kariyerine ayna tutan dokuz filmlik bir retrospektif sunan, François Truffaut’dan Joseph Losey’e, Wim Wenders’ten Fernando Salanas’a, Taviani Kardeşlerden Tarkovski’ye, klasik filmleri programına dahil eden festival yönetimi, sinemaseverlere doyumsuz güzellikteki bir sinema şöleni sunmuş oldu.
İSRAİL SİNEMASININ KARNESİ İYİ
Festivale rekor sayıda, altı filmle katılan İsrail sineması bu sınavdan geçer not ile ayrıldı. Bir önceki yazımda sözünü ettiğim Amos Gitai’nin seviyeli belgeseli, ‘Şeria Nehrinin Batısı’ dışında kalan İsrail filmlerinin ikisi iyi, üçü orta idi.
Dramatik hikâyeleri mizahi dokunuşlarla bezeyen, İsrailli senarist- yönetmen Savi Gabizon’un ‘Hasret/ Longing’i 37. Festivalin en akılda kalan yapıtları arasındaydı. Duygu yüklü, etkileyici bir dille anlatılan film, insan ruhunun karanlığını aile kavramı üzerinden işlerken sürprizleriyle beğeni kazandı.
Bu sıcak ve melankolik filmde, Ariel eski bir sevgilisiyle 20 yıl aradan sonra buluşmasında, eski beraberliklerinden hiç bilmediği bir oğlu olduğunu ve onun bir trafik kazasında ölmüş olduğunu öğrenir. Ariel işini gücünü bırakıp oğlunun çevresiyle ilişki kurar.
Yıllarca sorunlu çocuklara tarih ve edebiyat öğreten yönetmen Matan Nair’in bir öğrencisinin hayatından bir kesiti, üstelik kendisini oynatarak sinemaya aktardığı ‘İskele’, erkeklik, eğitim ve aile kurumlarına ilginç bir bakış atıyor. Karısı tarafından terk edilen, inşaat iskeleleri kurarak servet edinen babasıyla çalışan ve yaşayan Aşer’i içten çabalarını takdir eden tek kişi öğretmeni Rami’dir.
Aşırı tutucu, cahil, eğitim hayatını önemini kavrayamamış, bencil, otoriter ve baskıcı babasıyla yaşayan Aşer’in eğitimini tamamlamasının tek engeli bizzat babasıdır. Bu gerçekçi, sürükleyici filmin yönetmeninden, Aşer’in gerçek hayatta, hâlâ babasıyla birlikte iskele kurduğunu öğrendik.
Berlin’de yaşayan İsrailli yönetmen Ofir Raul Grazier, Berlin’de başlayıp Kudüs’te devam eden filminde, aynı adamın yasını tutan Alman bir fırıncı adam ile dul kalan İsrailli bir kadının öyküsünü anlatıyor.
Alman fırıncı ile eşcinsel bir aşk yaşayan İsrailli erkek trafik kazasında ölünce, fırıncı sevdiği adamın yaşadığı yere gidiyor. Grazier bu ilk filminde, yas tutma, din ve aile temalarını duygusal bir dille ele almış.
Sevemediğim tek İsrail filmi, ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştiren Eliran Elya’nın ‘Şüphe’si oldu. Senarist ve şair Assi, bir motosiklet kazasına karışınca zorunlu sosyal hizmet verme cezasına çarptırılır ve İsrail’in güneyindeki bir şehre gönderilir. Assi sinema öğrettiği isyankâr, disiplinsiz öğrencileriyle büyük sorunlar yaşar.
Elya’nın, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yaptığı bu yarı otobiyografik filmi acemilikler ve tutarsızlıklarla dolu.
FESTİVALİN HOŞ SÜRPRİZLERİ
Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan, Michael Pearce’in senaryosunu yazıp yönettiği ‘Canavar/ Beast’, imkânsız bir aşkı anlatan, gerilim dozu çok iyi ayarlanmış bir ilk film.
Küçük bir adada yerleşik küçük bir toplulukta yaşayan, turist rehberliği yapan genç bir kadın, adaya dışarıdan gelen bir yabancıya âşık olur. Varlıklı ancak baskıcı ailesinden uzaklaşabilmesi için kadına güç ve destek veren adamın seri cinayetler işleyen bir katil olduğu iddia edildiğinde kadın, her şeye rağmen sevgilisini savunur.
Muhteşem manzaralar, tablo gibi fotoğraflar eşliğinde, boğucu toplum baskısının gençler üzerinde yarattığı bunalımın filmi.
Katalan kadın yönetmen Isabel Coixet’in (56), dünya prömiyerini Berlin’de yapan, Penelope Fritzgerald’ın romanından uyarladığı ‘Sahaf/The Bookshop’, kitap sevgisini yücelten, insanın içini ısıtan, duygusal ve iyimser bir film.
1950’lerin İngiltere’sinde Florence, eşini kaybetmenin acısını yüreğine gömer ve bir sahil kasabasında kitapçı açar. Dar kafalı kasaba halkının önyargılarını kırmakta zorlanan Florence’in kişiliğinde film, kitap sevgisini yüceltirken, bir kadının topluma karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Bu rolü canlandıran Emily Mortimer son derece doğal ve başarılı.
Fas sinemasından gelen sürpriz film ‘Baskın/Razzia’, 1980’lerden günümüzün sokağın öfkesiyle dinamizmini perdeye taşıyan, Fas toplumsal hayatından ibret verici bir kesit sunan bir yapıt.
Farklı etnik ve sosyo-ekonomik çevrelerden gelen ve farkında olmadan birbirleriyle bağlantılı olan beş karakterin yasak arzuları, kayıp aşkları ve kırılgan hayalleri üzerinden, film bir ülkenin modern kimliğini bulma çabalarını cesur bir üslupla anlatıyor.
Evvelce Berlin’de En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanan Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska (45), bu yıl aynı festivalde ‘Yüz/Mug’ ile Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi oldu.
Polonya’da bir kasabada, dünyanın en büyük İsa heykelinin inşaatında çalışan Jacek, buradan kaçma hayalleri kuran bir metal müzik hayranı. Geçirdiği iş kazasının ardından Jacek’e Polonya’nın ilk yüz nakli uygulanır. Ameliyatın ardından, başta nişanlısı olmak üzere herkesin Jacek’e karşı davranışı değişir.
Yönetmenin ‘Yüz’ü ‘yetişkinler için masal’ olarak tanımladığı film, kara mizahı ihmal etmeyen bir toplumsal eleştiri sunuyor.
Yunan sinemasından gelen ‘Sevme Beni/Love Me Not’ın yönetmeni Alexandros Avranas, anlaşılan Yorgos Lanthimos’u üne kavuşturan başyapıtı ‘Köpek Dişi’nden etkilenmiş olacak ki, benzeri bir film yapmış.
İki filmin ortak noktaları, konularının bir villanın içinde geçmesi, kahramanlarının önceden kestirilmesi imkânsız davranışlarda bulunması, senaryolarının rahatsız edici olması.
Çocuk sahibi olmak isteyen varlıklı bir çiftin, taşıyıcı anne olması için genç, göçmen bir kızla anlaşmalarıyla başlayan film sürprizlerle devam ediyor. Michale Haneke’nin ‘Ölümcül Oyunlar/Funny Games’ini akla getiren, seyirciyi ters köşeye yatıran sürprizlerle film, gerilim ile korku türleri arasında gidip geliyor. Maddi ve manevi çöküntü içindeki Yunan toplumuna odaklanan film, acımasız toplumsal eleştirisiyle izleyicileri ahlaki sınırlarını sorgulamaya zorluyor.
Yazımızı uluslararası yarışmada Altın Lale kazanan Alman filmi ‘Western’ ile noktalayalım. İlk gösterimini Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde yapan filmin kadın yönetmeni Valeska Griebach, kendi yazdığı bir senaryodan yola çıkmış. Bir grup Alman inşaat işçisinin Bulgaristan taşrasında çalışırken yerel halkla yaşadıklarını anlatan film, Avrupa’nın bugününe dair önemli tespitlerde bulunuyor.
Gerçek inşaat işçilerinin rol aldığı bu özgün filmde Griebach Western ikonografisini kullanarak oldukça güncel bir yabancılık tartışması getiriyor gündeme.
FESTiVALDE FRANSA
Geçen yıl Cannes’da özel bir gösterimde dünya prömiyerini yapan, Raymond Depardon’un ’12 Gün/12 Jours’u seviyeli ve mesaj taşıyan bir belgeseldi.
Film adını Fransız adalet sistemindeki, isteği dışında hastanede psikiyatrik denetim altına alınanların 12 gün içinde hâkimin karşısına çıkma şartından alıyor. 76 yaşındaki deneyimli belgesel ustası Depardon, bir psikiyatri kliniğinde hâkim karşısına çıkan tutukluların ifadeleri üzerinden, psikiyatri ile adaletin kesişim noktasını araştırıyor.
Alexandre Desplat’nın bestelediği nefis bir müzik partisyonu eşliğinde, kurumların ve bürokrasinin insanların hayatları üzerindeki etkilerini ve sorumluluklarını araştıran Depardon’un özenle hazırlanmış belgeselini izledik. Deliliği tüm yanlarıyla belgeleyen, hastaların hâkim karşısındaki ifadelerinden, tümünün toplum için tehlike potansiyeli taşıdıklarına ve serbest bırakılmamalarının haklı bir sebebe dayandığına tanık oluyoruz.
Üç César Ödüllü bir ilk film olan ‘Çiğ Süt/Petit Paysan’ Fransa’da büyük tarım şirketlerinin karşısında ezilen küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesini anlatıyor. Yaşanmışlık kokan bu öyküde, küçük bir mandırası olan Pierre’in, et yiyen bir virüse yakalanınca hastalanan ineğini kurtarma mücadelesini izliyoruz.
Pierre, yetkililer durumu öğrenip bütün sürüsünü imha etmeden hasta ineğini gizlice kendisi öldürür ve gömer. Virüsün diğer hayvanlara bulaşmasıyla, Pierre’in durumu saklaması kolay olmayacaktır.
Cannes’da Eleştirmenler Haftasında özel bir gösterimde prömiyerini yapan film ‘En İyi İlk Film’ César Ödülü’nün sahibi oldu.
Altın Palmiyeli yönetmen Abdellatif Kechiche’in ‘Kısmet Sevgilim: İlk Şarkı’ benim için festivalin en büyük düş kırıklığı oldu. ‘Sınıf’ filminin uyarlandığı kitabın yazarı François Bégadeau’nun romanından uyarlanan film, festivalin en geveze ve en az inandırıcılığı olan filmiydi. Fransa’nın güney sahillerindeki Séte’te geçen konusuyla film gençlerin plaj ve diskotek sefalarını, yaz aşklarını, bitmek tükenmek bilmez aldatmalarını anlatıyor. Üç saatlik filmin iki saatine zor dayandım.
Berlin Film Festivali’nde yarışan ve başrol oyuncusu Anthony Bajon’a Gümüş Ayı kazandıran ‘Dua/La Priére’, dua yoluyla kurtuluşu arayan genç bir eroin müptelasını anlatıyor.
Fransız Alplerinde, rahiplerin denetiminde gözlerden uzak bir tesiste, uyuşturucu bağımlılarına dua yoluyla terapi uygulayan yetkililer, bu gençleri topluma kazandırmak için uğraş verirler.
Pierre, disiplin, sadelik, çalışma, dostluk, dayanışma ve duanın dönüştürücü gücünü ve civarda oturan üniversiteli bir kızla ilk aşkı keşfeder.