İKSV’nin bu kez Vodafone ana sponsorluğunda düzenlediği Vodafone 37. İstanbul Film Festivali, çoğunlukla nitelikli, ancak bir zamanların olağanüstü parlaklığına pek ulaşamayan bir seçki sundu.
Tabii ki bunun sorumlusu Festival değil, artık sinemadaki o görkemli ‘auteur’ döneminin kapanmış olması. Film Ekimi’nde Cannes’da ve Venedik’te yarışan neredeyse bütün başyapıtların getirilmiş olması, !f İstanbul’un da güçlü bir seçkiyle izleyici karşısına çıkmış olmasının da etkisi var tabii ki.
Görkemli ‘auteur’ dönemi demişken, hâlâ formda, hâlâ dünya sinemasına yön vermeyi sürdüren ustaların son filmlerine ayrılan ‘Yıllara Meydan Okuyanlar’ bölümüne bir göz atarsak çoğunun belgesel sinemaya yöneldiğini görüyoruz: ‘12 Gün’le Raymond Depardon, ‘Ex Libris: New York Halk Kütüphanesi’ ile Frederick Wiseman, ‘Şeria Nehri’nin Batısı’ ile Amos Gitai ve ‘Zehirli Köylere Yolculuk’la Fernando E. Solanas bu türde son derece ilginç çalışmalar yapmışlar.
Farklı cinsel kimlikleri çoğu filminin odağına alan André Techiné’nin son filmi ‘Les Années Folles / Çılgın Yıllarımız’, gerçek olaylardan esinlenen, Birinci Dünya Savaşı sırasında askerden kaçmak için kendini yaralayan Paul’ün cepheye dönmemek için karısı Louise’in de yardımıyla kadın kılığına girerek Suzanne’a dönüşmesinin öyküsü. Techiné, “bir cinsel kimlik yolculuğu ve olağandışı bir aşk hikâyesi” olarak nitelediği bu son filminde, cephede savaşan bir erkekken, bohem Paris’in her türlü cinselliğe açık travestisi ve sahnelerin aranan kadın yıldızı olan Paul’ün, içindeki kadını keşfettikten sonra hem erkek hem kadın olmabilme çabalarına odaklanıyor. Üst düzey bir sinefil olarak, Suzanne’ın 1920’lerdeki hikâyesini bir kabare şovuyla anlatırken, başkahramanı Lola Montès’in trajik öyküsünü bir sirk gösterisi olarak sahnelemiş olan Max Ophüls’e de zarif bir selam gönderiyor.
Sevgili dostum Viktor, festival filmlerini her zaman kapsamlı olarak ele aldığından, ben çoğunluğun uzak durmayı yeğlediği aykırı çalışmaları söz konusu edeceğim.
Tarzı, yaklaşımı, tekniği ya da anlatımı farklı, bazen zorlayıcı ve sivri, bazen deneysel ama her zaman öncü filmlerden oluşan kişisel olarak favorim olan ‘Mayınlı Bölge’den başlayalım.
‘Mayınlı Bölge’ seçkisinden ‘9 Parmak’, sinemanın tavizsiz punk şairi, kült Fransız yönetmen ve müzisyen F.J.’nin, son filminden yedi yıl sonraki ilk çalışması. 2017’de Ossang’a Locarno’da En İyi Yönetmen Ödülü getirmiş. Gösterime katılan, geçen yılın Altın Lale galibi ‘Ornitolog’filminden tanıdığımız başrol oyuncusu Paul Hamy’ye göre ‘film-noir’ şeklinde çekilmiş bir yaşam metaforu. Simon Roca’nın olağanüstü siyah beyaz görüntüleriyle anlatılmış bu hınzır kara-film parodisinde Gaspard Ulliel de var.
Genç Galiçya’lı yönetmen Andrés Goteira’nın yazıp yönettiği bol ödüllü ilk filmi olan ‘Dhogs / Köpuzlar’, izleyicisiyle zekice dalga geçerken, insan doğasının en karanlık yerlerinden, en derin dehlizlerinden kaynaklanan öyküsüyle, toplumsal duyarsızlığı amansızca eleştiriyor. Filmin adı uysal ve itaatkâr hayvanlar olan köpeklerle (dog), kirli ve ahlaksız yaratıklar domuzların (hogs) isimlerinin birbirine yapıştırılmasıyla oluşmuş. Kahramanlarının bildik klişelere hiç uymayan bir kadın, bir iş adamı, travesti bile olabilecek bir taksi şoförü, bir kabadayı, oğlunun uzun saçlarına takmış sıra dışı bir anne olduğu, yazgı ve talih ana temaları etrafında gelişen öykülerde, kamera arada bir o görünmez dördüncü duvara dönüp olayları izleyen seyircilere, belki de hiç beklemediğimiz birinin oynadığı bir oyuna odaklanan bizlere bakıyor. Seçkinin en iyilerinden.
Genç Danimarkalı yönetmen Isabella Eklöf, ilk uzun metrajı ‘Holiday / Tatil’in Zorlu’daki gösterimi öncesi, filmde cinsellik ve şiddet içeren çok sert sahneler olduğunu, salondan çıkan izleyicileri doğal karşılayacağını söyledi. Film sonrasındaki soru-cevap faslında, Danimarkalı bir uyuşturucu çetesinin klan halinde geçirdiği Bodrum tatilini anlatan bu orta halli çalışmanın yönetmenine, “Ah be kızım, sen İstanbul seyircisini ne sanıyorsun, biz bu güne dek Haneke’yi, Lars Von Trier’i ve de senin taklit etmeye öykündüğün Ulrich Seidl’ın tamamını hatmetmişiz; oral seks soslu bir hâkimiyet sado-mazosu ile gözümüzü korkutamazsın” demek içimden geçmedi değil. Allahtan Nişantaşı’na başka bir gösterime yetişeceğimden kalmamışım. İzleyiciler, Bodrum’umuzu çok güzel gösterdiği için kıza bol bol teşekkür etmişler!
Nicolas Pesce, etkileyici ilk filmi ‘The Eyes Of My Mother / Annemin Gözleri’den sonra yazıp yönettiği ‘Piercing’i, Takashi Miike’nin ‘Audition’ filminin esinlendiği kitabın da yazarı olan Ryû Murakami’nin aynı adlı romanından uyarlamış. Cinselliğin psikolojisiyle, sado-mazoşizmle zalimce oynayan, bol kanlı ve hınzır bir kara komedi. Psikopat bir seri katilin öldürme niyetiyle otel odasına çağırdığı, ancak kendisinden de şeytani planları olan bir fahişeyi canlandıran Mia Wasikowska olağanüstü.
Ryan Prows’un 2017 Kanada Fantasia Film festivalinde Jüri Özel Ödülü alan ilk uzun metrajı ‘Lowlife / Sefil Hayat’ sanki Tarantino’nun elinden çıkma bir Trump dönemi filmi. Bu son derece aykırı suç öyküsü, Meksikalı göçmen kadınları fuhuşa zorlayan, arada organ ticareti de yapan bir mafya babası, onunla çalışmakta sakınca görmeyen, filmin canilerinden de cani, yozlaşmış polisler, uyuşturucu bağımlıları, beceriksiz küçük suçlular ve bir tür halk (anti)kahramanı, asil ama beceriksiz haydut ‘El Monstruo’ arasında geçiyor. Uçuk kaçık, sert olduğu kadar da komik bir film…
Miaoyan Zhang’ın hırs, güç arzusu ve toplumsal yozlaşmanın çağdaş Çin toplumunu nasıl etkilediğini ülkenin güneyindeki bir kanal kasabasında günlük alışkanlıklar ve sıradan halk üzerinden anlatan dördüncü uzun metrajı ‘Silent Mist / Sessiz Pus’ huzur dolu kasabaya bir gece ansızın uğursuz bir sisin basmasıyla başlar. Gölgelerde bir tecavüzcü pusuya yatarken kamera, ihtiyar bir adamın, bir kız öğrencinin, bir genç kızın ve genç bir çiftin peşine daracık yollarda dolaşır. Yazar yönetmen Zhang, ahlaken çürümüş kasabalılardan gelebilecek görünür ya da gizli tehlikelere karşı tedirginlikle ne yapacaklarını bilemeyen gençlerin başına gelenleri “bireysel özgürlüklere karşı masumların ödediği bedellerin simgesi” olarak tanımlıyor. Filmin belgesel dokunuşları, büyüleyici görüntülerin şiirsel ve meditatif tadıyla dengeleniyor. Müthiş etkileyici!
Festivalin ‘Mayınlı Bölge’ dışındaki aykırı çalışmalarından biri de, Romen Yeni Dalga sinemasının başarılı yönetmenlerinden Constantin Popescu’nun yazıp yönettiği üçüncü uzun metrajı ‘Pororoca’ydı. San Sebastian Film Festivali’nde baş oyuncusu Bogdan Dumitrache’ye En İyi Erkek Oyuncu Ödülü getiren, adını Amazon Nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan, film, beş yaşındaki küçük kızlarının ortadan kaybolmasıyla hayatları alt-üst olan üst orta kesimden bir aileyi gözlemliyor.
‘Pororoca’ bir pazar sabahı çocuklarını mahallelerindeki parkta oynamaya götüren bir babanın cep telefonunda konuşurken birkaç saniyelik dikkatsizliği sonucu kızının ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Neredeyse 20 dakikayı bulan kesintisiz bir plan boyunca gerilimi azar azar arttıran Popescu, huzurlu bir sabahın adım adım nasıl karabasana dönüştüğünü izletiyor. Sonrası, aynen kara içlerine 500 mil kadar girebilen Pororoca dalgaları gibi, öfke, keder, suçluluk, çaresizlik ve takıntıların aileyi yiyip bitirişi, karısıyla oğlunun uzaklaşmasının ve vicdan azabının giderek babayı yalnızlığa itmesi ve çıldırma raddesine gelen adamın finaldeki müthiş patlaması. İki buçuk saatlik süresince temposu hiç düşmeyen, izleyicisin, de filmin başkarakteri gibi germeyi başaran bir demir leblebi.
Bir diğer festival yazısında buluşmak üzere iyi seyirler dilerim.