Tel Aviv’de bir Türk sanatçı TUNCA

Tel Aviv Üniversitesi - The Genia Schreiber Gallery’de açılan ‘Table Manners: A Feast of Visual Arts, Theater and Culinary’ etkinliklerine Desire sergisiyle katılan ve hazırladığı lider sofraları yemekleriyle dikkatleri çeken Tunca ile sanat ve gastronomi konuştuk.

Dalia MAYA Sanat
3 Mayıs 2018 Perşembe

Tel Aviv’deki ‘Table Manners: A feast of Visual Art, Theater and Culinary’ başlığı altındaki büyük serginin odak noktasında idi Tunca. Sergi; geçici bir tiyatro, müze ve restorana dönüştürülen 1000 metrekarelik bir alanda, sanatseverleri bu sosyalleşme mekânlarında yemek yeme pratiklerinin sosyal davranışlar üzerinden ifade biçimlerini düşünmeye davet ediyor. Yirmi kadar önemli isim arasından Tunca’nın Desire sergisi etrafında şekillenen bu etkinliğin açılışında sanatçı, bir gastronomi performansı sergiledi. Yolunuz Tel Aviv’e düşerse,  30 Haziran’a kadar açık kalacak bu sergiyi kaçırmayın. Tunca’nın mutfağından yiyemeyeceksiniz ama eserleri görmeye değer.

  Gastronomi ve sanat... Liderler ve mutfakları... Bir sanatçı olarak Tunca ve bir aşçı olarak Tunca... İlginç ve sıra dışı bir yolculuk bu.  Nasıl başladı?

Tüm bu yolculuk 2015 yılında başladı. 2015’te ‘Tuzlu Su’ temalı bienalde, Kadıköy’deki atölyem bienal mekânı idi. Atölyeme gelenler arasında İsrailli küratör Nirith Nelson da işlerime bakmıştı. Bienal sonrasında iletişimimiz devam etti ve Nirith bana Tel Aviv’de bir misafir sanatçı programı (residency*) önerdi. Aynı zamanda, gastronomi ve politika üzerine bir sergi hazırladıklarını belirtti. Aslında bu sergiyi benim Desire çalışmamın ekseninde oluşturmuşlardı.

  Desire sergisini biraz açsan?

Desire aslında bu 2014’te yaptığım bir proje idi. Önce bir dönemin modernist lider figürlerinin bakış açılarıyla ilişkili olan ya da ironi teşkil eden bir takım gastronomi imajları buldum ve bunların desenlerini yapmaya başladım. Biliyorsun,  modernizmde lider figürü çok önemli. Bu adamların ne sevdiğini, ne yediğini araştırmaya başladım. Bu arada Doors Akademi yeni kurulmuştu. Bana sponsor oldular ve altı ay aşçılık eğitimi aldım. Böylelikle desenlediğim imajlarda yer alan yemeklerin hepsini kendi başıma yaptığım bir de video serisi oluşturdum. Tel Aviv’e dönersek, oradaki sergide, desenleri ve yemek fotoğraflarını sergiliyoruz. Ayrıca açılışta da hemen müzenin bahçesindeki kafe/barda kurulan mutfakta Borş çorbası pişirdim. Binden fazla katılım olan sergi açılışında bu performansa 450 kişi geldi. Üç kazan çorba kaynatıp ikram ettik. Bir de İzmir’den bir boyoz tarifini götürmüştüm. Onu yapacaktık. Ama Tel Aviv’de yemek tarihçisi ve yazarı Sefarad kökenli Ruth Oliver ile karşılaşınca onun aileden gelme gerçek boyoz tarifini, yine İzmir’den göçmüş bir pastacıya yaptırıp açılışta ikram ettik. Böylelikle hem bir Sefarad reçetesi hem bir Doğu Avrupa reçetesinin birlikte ikram edildiği bir tadım oldu. Kruşçev’in favorisi borş çorbası ve İzmir’den boyoz ile Desire performansı gerçekleşmiş oldu.

  Gerçek boyoz tarifi derken?

Son dönemde kruvasan hamuruna dönüşmüş bir şekilde boyoz. Aslı hamur yağla açılıyor, daha kalın ve kıtır bir şey oluyor. Daha böreğimsi bir şey oluyor. Bugün çarşıda boyoz diye satılan şey geleneksel boyoz değil. Bunu öğrendim bu tecrübeyle. Tarifin yolculuğunu da görmüş oldum. Düşüncem, bu tarifi bir sanatçı kitabı haline dönüştürmek. Böylelikle ‘Boyoz ve Sanatçı’ kitabı, Tel Aviv için özel bir iş haline gelmiş olacak.

  Peki, sergi İsrail kamuoyu ve medyasına nasıl yansıdı?

Sponsorlar için, İsrail’in en önemli gastronomi yazarı Ronit Vered ile mönü kartını benim tasarladığım bir ‘Siyah Akşam Yemeği’ organizasyonu düzenlendi.  Bütün yemeklerin siyah renkte geldiği bu organizasyon işlerimin bulunduğu salonda gerçekleşti.

Medyada sürekli yazılar çıkıyor. Okuyup anlayamıyorum ama okuyanlar çok olumlu olduğunu söylüyor ve tebrik ediyor. Açıkçası, Türkiye’dekinden daha büyük bir ilgi gördüğümü söylersem yalan olmaz.

  Biraz da İsrail deneyiminden bahsetsen?
Tel Aviv yazlık bir yer. İzmir’e, hatta Çeşme’ye benziyor. Ama müthiş bir teknoloji, finans merkezi aynı zamanda. Yazılım konusunda Los Angeles’tan sonra ikinci diyorlar. Tel Aviv’de büyük bir dostlukla karşılaştım. Ülke olarak çok tecrit altında olduğunu hissettim. Zaten etrafla komşuluk ilişkisi yok. Ülke içerisinde kültür sanat tüketimi de belki de o yüzden aktif. Katıldığım sergi, gördüğüm en kalabalık sergi açılışlarından biriydi. Yirmiye yakın sanatçının eserlerinin sergilendiği büyük bir etkinlikten söz ediyoruz. Ufak çaplı bir bienal diyebiliriz hatta. Paul McCarthy’nin, Cindy Sherman’ın, kısa süre önce Pilevneli Galeri’de sergilenen Hans Op de Beek’in çalışmaları var. İsrailli genç sanatçılar da vardı. Benim için de onlarla tanışma fırsatı oldu.

Tabi giderken çok şey bilmiyordum; neyle karşılaşacağım, düşmanlıkla mı karşılaşacağım, dostlukla mı? Mesela bir arkadaşım, “Üstündeki kamuflajlı ceketle gitme” gibi şeyler bile söyledi. Bir de İsrail’i boykot anlamında “Nasıl gidersin?” diyenler oldu. 

Öte yandan, kültürel boykota inanmıyorum ben. Kültürel boykot etmek, diyalog yolunu kapatmak, kesmek demek. Sanatımı paylaşmamam gibi bir şey söz konusu olamaz. Bunun sanatçının kendi yetki alanında olduğunu dahi düşünmüyorum. Birileri izlemek, görmek ve paylaşmak istiyorsa, bunun önüne geçiyor olmak biraz sert bir tavır gibi geliyor bana.

  Buradan şuna geliyoruz aslında. Sanat ürünü kimin? Burada bir mülkiyet meselesi var.

Haklısın. Sanatçı eserini ortaya koyup izleyiciye sunduktan sonra artık sanatçıdan çıkmış oluyor. Tabi ki bunun telif yöntemleri belli ama birilerinin izlemek ve paylaşmak istediği noktada, sanatçının hâlâ yok, izlenmesin, ya da benim müziğim dinlenmesin demesi çok ilginç. Ahmet Kaya’nın şarkılarının ülkücülerin, sağ kanattakilerin bile dinliyor olmasını engelleyemezsin. Bu güzel bir şeydir. Bir şeyleri esnetir, kırar hatta. Sanatın görevleri arasında bence bu da var: yeni bir tartışma alanı açmak, esnetebilmek, farkındalık yaratmak.

Bir de şu var; Türkiyeli bir sanatçı olarak gittiğim zaman bir şeyleri onların gördüğünden de farklı aksettirebilme becerisine de sahip olduğumu düşünüyorum.

  Mesela?

Şu an, oradaki insanların kafasında bir Türkiye imajı var. Bu noktada bile bizi görmelerinin iyi olduğunu düşünüyorum. Bunun örneğini bir takside bile yaşadık. İsrailli aşçı bir arkadaşla takside dünya politikası hakkında sohbet ederken, taksici döndü ve “Bak işte; Türkiye’den birisi desen ne aklına gelir? İnsanlar hükümetlerden bambaşka. İnsanları bu şekilde yargılamamak lazım” dedi. Bu da güzel bir şey. Bir de gerçekten şu da var, yıllardır Türkiye’yi bu coğrafyadaki tek dostları olarak görüyorlar.

* Residency: Yabancı sanatçıların belirli süre içinde belli bir ülkede oturma ve çalışma izni olarak özetlenebilir. Bu şekilde sanatçının iki ülke kültürleri arasında ve sanatçılar arası etkileşim sağlanmaktadır.