İKSV’nin düzenlediği 37.İstanbul Film Festivali izlenimlerime ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleriyle devam ediyorum.
Bosnalı yönetmen Ivana Mladenovic’in, senaryosuna da katılmış olduğu ilk uzun metrajlı kurmaca filmi ‘Bir Mahalle Hikâyesi’, tabuları yıkan, sınırları aşan, alışılmadık bir aşk hikâyesi. Kırklı yaşlarında antropolog Adi, ‘manele’ müziğini incelemek üzere taşındığı Bükreş’in varoşu Ferentari’de eski suçlu Alberto ile tanıştıktan kısa süre sonra, ikili gizli bir ilişki yaşamaya başlar. Biri ümitsiz biri hürriyetsiz kalmış farklı sınıftan iki adamın birlikteliğinin ilginç olmadığı söylenemez ama, tutkunun odağı olan Alberto’nun hem fiziksel iticiliği, hem de kaba saba, kültürsüz ve paragöz biri oluşu öyküyü inandırıcılıktan uzaklaştırıyor. Tek etkileyici yanı, ‘menele’nin tematik ve müzikal olarak bizim arabeskle yakın akrabalığı.
Polonyalı Andrzej Jakimowski, yazıp yönettiği ‘Bir Zamanlar Kasımda’ filminde, emekli maaşıyla zar zor geçinen çalışan eski öğretmen Agatha ile minik bir bursla hukuk eğitimini tamamlamaya çalışan oğlu Mareczek’in oturdukları evden tahliye edildiklerinde, çaresizlik içinde bir pansiyondan ötekine, bir sığınma evinden diğerine sürüklenmelerinin öyküsü. Kimsenin yoksulları önemsemediği bir toplumsal düzende, iki eğitimli insanın göğüs germek zorunda kaldıkları aşağılanma yalın ve etkileyici bir dille anlatılıyor. Fonundaysa, müthiş başarılı bir belgesel duyguyla aktarılmış, Varşova’nın bir bölümünün11 Kasım 2013’te yakılıp yıkıldığı aşırı milliyetçi ayaklanma ver.
Brezilyalı yönetmen ikili Juliana Rojas ve Marco Dutra’nın birçok festivalden ödülle dönen yeni filmleri ‘Görgü Kuralları’, fantastiği, sosyal gerilimi ve müziği bir arada başarıyla kullanan çağdaş bir müzikal masal. Başrolünde Angola asıllı Portekizli dansçı ve oyuncu Isabél Zuaa’nın olduğu film, kurt adam temalarından yola çıkarak, annelik, toplumsal sınıf, aile kavramlarını şaşırtıcı bir duyarlılıkla tartışmaya açarken bedensel değişim ve cinsel arzu gibi kavramları da gerçekçi tonlamalarla ele alıyor.
İzlandalı Hlynur Pálmason’un yazıp yönettiği bol ödüllü ilk filmi ‘Kış Kardeşleri’, Danimarka’da, kardan ve tebeşirden bembeyaz bir kireçtaşı madeni kasabasında prefabrik barakalarda oturup madende çalışan iki erkek kardeşin hayat mücadelesine odaklanıyor. Buz gibi bir hava, zorlu çalışma koşulları, hep tekrar eden alışkanlıklar, aşksız bir hikâye ve kaçak içki yapan küçük kardeş Emil’in sevme ve sevilme ihtiyacı… Yalın ve etkileyici bir çalışma. Gösterim sonrası soru-cevap faslına katılan başoyuncusu Elliott Crosset Hove’un, canlandırdığı karakterin tam karşıtı, zeki ve çok sevimli bir genç adam oluşu keyifli bir sürpriz oldu.
Yönetmen Samuel Benchétrit’in kendi romanından sinemaya uyarladığı ‘Köpek’ hayatta değer verdiği her şeyi kaybedip, tüm umutlarını da tükenen bir adam aracılığıyla, kişiliksiz, ruhsuz, isimsiz ve insaniyetini kaybeden bir toplumun mizahi portresini çiziyor. Film, köpek olmaya karar veren adamın, kendince bu en düşük toplumsal konumu seçtiğinde, onu köpeği olarak sahiplenen bir evcil hayvan dükkânı sahibi tarafından eğitilmesinin hikâyesi. Sert, acımasız ve absürt bir kara mizah örneği.
Chloé Zhao ‘The Rider / Binici’de, genç binici Brady’nin, rodeo sırasında kafasına aldığı neredeyse ölümcül darbe sebebiyle yeniden at binmesi olanaksız olduğunda, amaçsızlık içinde, kim olduğunu, ne yapmak istediğini sorgulamasına odaklanıyor. Ödüllerine ek olarak “Erkekliğin kırılganlığını betimlerken kullandığı, gerçekçi anlatımı incelikli bir görsel şiirsellikle birleştiren estetik tarzı nedeniyle...” Festivalde Uluslararası FİPRESCİ ödülünü, kazanmış olan The Rider’da, Brady’yi olayları gerçekten yaşamış olan bir kovboyun, babasıyla kız kardeşini de gerçek yaşamdaki babası ile kız kardeşinin canlandırması, öyküye inandırıcı bir belgesel tat getiriyor. Sinemasal olarak müthiş başarılı ama, “hayatlarını 8 saniyelik anlarda yaşayan tüm rodeoculara” ithaf edilen filmin, dünyada bu derece önemli şeyler yaşanırken rodeo dışında hiçbir şeyi olmayan kof yaşamların güzellemesine yakın duruşu beni epey rahatsız etti.
Altın Lale’nin kazananı ‘Western’i yazan ve yöneten Valeska Grisebach gerçek işçilerin rol aldığı filminde Avrupa’nın bugününe dair önemli tespitleri olan güncel bir ‘yabancılık’ öyküsü anlatıyor. Bir grup Alman inşaat işçisi Bulgaristan kırsalında, evlerinden çok uzakta çalışırken, aralarından biri, yakınlardaki bir köyün sakinleriyle arkadaşlık ilişkisi kurmaya başlar. Sıradan bir yabancı olmayı reddeden bu tavır, hem köylüler hem meslektaşları nazarında şüphe uyandıracaktır. Başarılı bir film oluşu bir yana, öyküsünü Western ikonografisini kullanarak anlatan ve erkekler dünyasında geçen öykünün bir kadın tarafından çekilmiş olması çok etkileyici.
HAK EDİLMİŞ JÜRİ ÖDÜLÜ
Nelson Carlo de los Santos Arias’ın yazıp yönettiği ‘Cocote’, Santo Domingo’da zengin bir evde bahçıvan olarak çalışan Alberto’nun, babasının vahşice öldürülmesinin ardından doğduğu yere dönmesiyle başlıyor. Alberto, katılmak zorunda kaldığı yas ritüelinin dini inançlarına son derece aykırı gelen adetleriyle, ailenin güçlü bir adam tarafından öldürülen babasının intikamını alması beklentisi arasında sıkışıp kalıyor. Dominik Cumhuriyeti’ndeki gelenekler, sınıf çatışmaları, şiddet eğilimi ve ahlaki yozlaşmayı bir matem töreni üzerinden anlatan Nelson Carlo de Los Santos Arias, katıldığı soru-cevap sırasında, ülkenin toplumsal durumu ile Katolik ve pagan törensellerini harmanlayan dini inançları hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Yarışmadan hak edilmiş bir Jüri Özel Ödülü’yle atrılan Cocote’nin konusu kadar,
35 mm. çekilmiş, siyah-beyaz ile renkliyi, 4:3 ile 1:1;85’ formatlarını başarıyla iç içe kullanan zengin bir görsel dili var.
PSİKOLOJİK GERİLİM VE GÜLDÜRÜ BİR ARADA
İran Azeri’si Asghar Yousefinejad’ın yazıp yönettiği ilk filmi, 2017 FAJR galibi ‘Ev’, bedenini tıbbi araştırmalar için bir üniversiteye bağışlamış olan yaşlı bir adam öldüğünde, yıllar sonra evine geri dönen kızı Sayeh’in babasının son dileğini yerine getirmemek için direnmesinin öyküsü. Neredeyse tek mekânda geçen ve psikolojik gerilimle güldürüyü başarıyla iç içe tutan filmde, başta Mohadeseh Heyrat (Sayeh) olmak üzere oyunculuklar müthiş.
FESTİVALİN EN İYİSİ
Aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunu söyleyen, aşkı aramanın bin bir yolu olduğunu vurgulayan filmleri bir araya getiren ‘Neredesin Aşkım?’ bölümünde bence festivalin en iyi filmi olan ‘The Miseducation of Cameron Post / Cameron Post’un Yanlış Terapisi’ var. Desiree Akhavan’ın Emily Danforth’un romanından uyarlanan senaryonun yazılımına da katılıp yönettiği film, liseli bir kızın mezuniyet gecesinde bir kızla sevişirken yakalandıktan sonra zorla gönderildiği bir ‘dönüştürme terapisi’ merkezinde yaşadıklarının öyküsü. Çeyrek yüzyıl önce geçen öyküde, eşcinselliğin günah sayıldığı, inanç, dua, disiplin, ahlak, gibi yöntemlerle ‘düzcinselleştirme’nin mümkün olduğu kanısının, tahrip edici, kimi zaman trajik sonuçlarını, kimliğine ve kişiliğine sahip çıkmaya çalışan birkaç ergenin üzerinden irdeleyen dokunaklı ve samimi bir film, inançla terapi tezinin müthiş başarılı bir antitezi. Hepinize iyi seyirler dilerim.
BURAK ÇEVİK’TEN SİNEMASAL MEDİTASYON
Genç yazar yönetmen Burak Çevik’in ilk uzun metrajlı çalışması ‘Tuzdan Kaide’, Türk hatta dünya sinemasında benzerine rastlanamayacak çok özel bir film. Hem ulusal hem uluslararası yarışmalarda yer
alan film, kayıp ikizini arayan bir kadının öyküsü üzerinden ölüm ve yaşam üzerine şiirsel bir sinemasal meditasyon. Mekân duygusu, özellikle boş mekânların kullanımı olağanüstü.