Bangladeş Dhaka doğumlu Nayla Amberine Rasool ile anne ve babasının romanlara konu olacak öyküsünü, İstanbul’da başlayarak Pakistan’da ve Bangladeş’de devam eden maceralı yaşamlarını konuştuk.
Sizi tanıyabilir miyiz?
2 Nisan 1973 tarihinde Bangladeş Dhaka’da doğdum. Üç yaşımdayken İstanbul’a geldik. Senelerce Suadiye’de oturduk. Turhan ve Mediha Tansel İlkokulunu bitirdim. Daha sonra Erenköy Kız Lisesine gittim. Üniversiteyi Yıldız Teknik’te Mimarlık Fakültesinde bitirdim. Uzun yıllar alüminyum sektöründe çalışmaktayım.
Bangladeş kökenli olmanız hangi hadiselere dayanıyor; bizi bilgilendirebilir misiniz?
Bunun için annemin yaşam öyküsünü anlatmam gerekecek. Onun öyküsü, aslında benimkinden çok daha ilginç!
Annem İmren Sarah Ergas, Büyükada doğumluydu. Ada’da annesi ve babasıyla güzel bir hayat geçirirken, ileride ne tür maceralara atılacağını bilemezdi. Büyükada İlkokulunu bitirdikten sonra Notre Dame de Sion’a başladığında, Ada’da yaşadıkları için okula yatılı olarak verildi. Annem afacanlıkta rekor kırardı. Annem leyli olarak verilmesine karşıydı. Sonunda ailesine ültimatom çekerek okuldan kaçacağını bildirdi. Bunun üzerine dedem, kaçabilirse kışın İstanbul’a taşınacağına dair söz verdi. Annem, filmlerdeki gibi çarşafları birbirine bağlayarak bir gece okuldan kaçtı. Tabi, dedem sözünü tuttu ve İstanbul’a taşındı ama bu arada annem bir temiz dayak yedi.
Çok başarılı bir öğrenci olmasına rağmen annem yaramazlıkta okul tarihine girdi. Bir gün arkadaşlarıyla iddiaya girdi. Okuldaki sörlerin (rahibelerin) saçları kısa mı diye? Voleybol oynarken sörlerden birinin örtüsünü çekti. Zavallı sör, kısacık saçları ile ortada kalmıştı. Bunun üzerine annem disiplin kuruluna gönderildi.Annem bu kadar yaramaz olmasına karşın, çok başarılı bir öğrenciydi. Okulu ikinci olarak bitirdi ama birinciyi dövmeden de edemedi. Bunun sebebi de, onu matematikte geçememesi ve ikinci olması idi! Genç kızlık döneminde de deli dolu idi. Tıp okuyarak çocuk doktoru olmak ve Birleşmiş Milletlerde çalışarak Afrika’ya gitmek istedi. Bunun yerine Uzakdoğu’da maceralı bir hayat yaşadı.
Annenizin çocukluğu ve gençliği çok hareketli geçmiş. Ancak hâla bu Bangladeşli sıfatınızı merak ediyorum.
Biraz sabırlı olun. Olaylar giderek hareketlenecek! Annem, Dame de Sion’u bitirdikten sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne girdi. Hocası, onun bebekken hayatını kurtaran doktordu. Çünkü doğumda anneannem ölüyordu. Dedemden imza aldılar. Ya annemi ya da anneannemi kurtaracaklardı. Annemi öldü diye doğumhanede bir kenarda bırakmışlar. Daha sonra yaşadığını fark etmişler. Yaşaması mucizeydi. Dedem her ikisi de doğumhaneden çıktığında bayılmış.
Dönemin siyasal olayları olsun, bünyesinin tıbbı kaldıramamasından dolayı olsun, annem okulu bıraktı. Bu arada annemin annesi ve babası vefat etti. Birkaç yıl sonra da annem babamla tanıştı. Babam, uzun boylu, yakışıklı bir subaydı. Pakistan ordusundaydı. Ordu onu eğitim için İngiltere’de Kraliyet Harp Akademisine yollamıştı. Bu akademi, Kraliyet Ailesi üyelerine ve aristokrat kişilere eğitim veren çok disiplinli bir okuldu. Babam başarılı oldu ve teğmen rütbesiyle mezun oldu; Pakistan Ordusunda denizaltı komutanı olarak görev yapmaya başladı.
Seneler sonra Gölcük civarında babamın denizaltısı bozulur ve tamir için limana çekilir. Bu arada denizaltısı tamir olurken babam İstanbul’a gitmeye karar verir ve Hilton’un kapısında annem ile çarpışır. Tanışırlar ve birbirlerine âşık olurlar. Büyük bir aşkmış ki; annem Ada’yı, İstanbul’u bırakır ve babamla beraber Pakistan’a giderler; orada da evlenirler.
Çok ilginç. Romanlardaki gibi…
Evet, daha sonrası daha da roman gibi…
Annem ve babam senelerce Pakistan’da yaşarlarken, 1972’de Hindistan- Pakistan Savaşı çıkar. Babamın bu arada rütbesi yükselmiştir. Babam Zülfikâr Ali Butto ve Ziya ül Hak gibi dönemin siyasetçileri ile dost olmuştur. Savaş sonrası Pakistan Genelkurmayı babamı çağırır ve der ki “Sen Pakistan ordusunda görev yapıyorsun. Hangi ülkeyi seçmek istersin? Babam Bangladeş derken, annem Pakistan desin diye yalvarır. Ama babam inatçıydı ve kabul etmedi. Genelkurmay da “seni kampa alacağız” der. Bunun üzerine annem çıldırır. O zaman Türk Konsolosluğu yoktu Pakistan’da. Babamın yakın dostu olan Afgan Elçisi, babama sahte pasaport çıkarır ve annemle babam sınırdan geçmeye karar verirler; yani ülkeden kaçacaklardır. O gece sınıra gelirler. Annem Türk pasaportu ile kolaylıkla Afganistan’a geçerken, babamın pasaportunun sahte olduğu anlaşılır ve sınırda kalır. Bunun üzerine annem kara kara düşünürken sınırdaki Afgan aşireti reislerinden birinin oğluna para verir, babamı sınırdan gizlice kaçırsın diye…
Babam, sınırdan kolaylıkla geçer geçmesine ama bir sorun vardır. Kendisi sarışın, yeşil gözlü birisiydi. Orada ışıl ışıl parlıyordu, ayrıca yanında da getirdiği mücevherler vardı; öldürüleceği korkusunu yaşıyordu. Sonunda babam temiz yüzlü birisini bulur ve kendisini Kabil’e götürmesi karşılığında para teklif eder… Nihayet annem Kabil’e varır. Kabil kasaba gibi bir yer olmasına rağmen, kadınlar modern giyimlidir. Sonrasında annem otele yerleşir ve babamı beklemeye karar verir. Bekler ama gelen giden yoktur. Aradan saatler geçer ve sabaha karşı odanın kapısı çalınır. Annem açar, bir bakar; aşiret reisinin oğlu ve babam. Adam, babamın elinden tutmuş anneme diyor ki: “Mem sahip, mem sahip” (Kocanı getirdim). Sonunda Türkiye’ye varırlar ve İstanbul’a gelirler. Yaklaşık altı ay kaldıktan sonra, babam bir gün İngiltere’den bir telefon alır. Bangladeş ordusundan üst rütbeli bir subaydır arayan. Der ki babama: “Commender Ehtesham Rasool Bangladeş (donanma komutanı) olarak göreve başlamanız emredilmiştir.”
Bunun üzerine annem ve babam tekrar Bangladeş’e dönerler. Chittagong’da karargâh vardır. Babam göreve başlar. Hem donanmanın kuruculuğunu, hem de komutanlığını üstlenir. Bu arada dönemin siyasileri ile de ahbap olmuştur. O görevdeyken ben doğdum ve doğumum resmî kanallarla babama iletildi. Annem zor bir doğum yapmıştı Dhaka’da. Dendiğine göre, sarhoş bir doktorun eline doğmuşum!
Aradan zaman geçip ben büyümeye başladığımda annem için azap dolu günler başladı. Nedeni de bana mama bulamamasıydı. “Peynir var, duvara atarsın, duvar kırılır; peynire bir şey olmaz,” derdi. Sosis, salam, sucuk yiyemeyeceğim için üzülürdü. Bu arada da babam siyasete atılmak istemekteydi. Sonunda olanlar olur. Muhalifler evimizi bombalar. Annem de ben üç yaşındayken babama rest çeker ve “Gücün ve donanman, kızımı Türkiye’de büyütmeye engel olamaz” der; beni alır ve İstanbul’a gelir. Babam da yokluğumuza dayanamaz ve altı ay sonra emekliliğini ister ve Türkiye’ye gelir. Senelerce Türkiye’de düzgün bir hayat yaşadıktan sonra babam 1987’de, annem da 2010 senesinde vefat ederler. Ama geride macera dolu bir yaşam bırakırlar…
Teşekkür ederim. Filmi yapılacak bir yaşam öyküsü sundunuz. İyi ki size rastlamışım. Bundan böyle ömrünüz hep huzur içinde geçsin!