“Ve Rab ona dedi ki: ‘O elindeki nedir?’ Ve o dedi ki: ‘Asa’ Ve O dedi ki: ‘Yere at onu …’ ve o bir yılan oldu ve Musa ondan kaçtı.” (Mısır’dan Çıkış 4)
Kadim dinlerin içerdiği gerçekler, zaman içinde, esas anlamlarından uzaklaşarak, semboller ile örtülü hikâyelere dönüşmüş, Mitoloji olarak adlandırılmıştır. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, bu dinsel öğretiler için, “İnsanlık onları gerçek olarak kabul edemez. Bir çocuğa yeni doğan bebeklerin leylek tarafından getirildiğini söylememizle aynı şeydir bu… Biz gerçeğin bu tür çarpıtmalarından kaçınmanın ve çocuğa olan bitenin gerçek halinin bilgisini, onun entelektüel gelişim aşamasına uygun biçimde sunmanın daha doğru olduğu sonucuna vardık” demiştir. Öyleyse, bilgiye susamış modern dünyanın insanını, sembollerin oluşturduğu çölün kavurucu sıcağından kurtarmanın ve gerçeğin vahasına ulaştırmanın bir yolu var mıdır?
Hadi gelin, ömrünü bu alandaki araştırmalara adamış bilim adamları neler söylemiş ona bakalım! Bilgisine danışacağımız ilk kişi Dinler Tarihi uzmanı Mircea Eliade. O, hayal ya da kurmaca olduğu düşünülen mitler için, “Mit ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış olan şeyden söz eder” demiştir.
“Eski öğretmenler ne dediklerini bilirlerdi. Hele onların simgesel dilini okumasını öğrendik mi, öğretilerinin anlaşılması için bir derlemecinin yeteneğinden fazlasına ihtiyacımız yoktur” diyen Joseph Campbell’da, bize çözüm yolunu göstermiştir: “Simgelerin dilini okumak!”
14 Mayıs 1999 yılında gösterime giren ‘Mısır Prensi’ filmi Musa’nın bir prens iken nasıl bir peygambere dönüştüğünün hikâyesini anlatır. Onu kölelikten, kurtarıcıya dönüştürecek şey ise, Sina Dağında beklemediği bir anda yaşadığı muazzam deneyimdir!
Filmin 43. Dakikasında, Mısır çöllerinde, sürüden ayrılan koyununun peşindeki prens, içinde ‘Yanan Çalı’nın olduğu bir mağaraya sürüklenir… Alev almış gibi görünen bu çalı, etrafa esintilerin ona eşlik ettiği ışıklar saçmaktadır. Karşılaştığı manzaranın şaşkınlığı içindeki Musa önce asasını, sonra elini ateşin içine uzatır. Uzatır uzatmasına ama ateş ne asasını ne de elini yakmaz! Elini ateşe sokup çıkardıktan sonra bile elindeki esintiyi hissetmeye devam eder. Kahramanımız kendinden şüphe etmekte, gördüklerine ve duyduklarına inanamamaktadır. Allah’ın Musa’yı cesaretlendirmek için yaptığı konuşmanın titreşimlerinin etkisi ile Yanan Çalı’dan yayılan ışık artar. Musa ayak parmaklarından başına doğru dairesel hareketlerle, bir yılan misali yükselen esintileri ve benliğini kaplayan tüm enerjiyi iliklerine kadar hissetmektedir artık! Allah ondan asasını yere atmasını ister ve asa, yılan olur… Aydınlanma’sını alan Mısır Prensi’nin, kurtarıcıya dönüştüğü sürecin ilk kıvılcımı ateşlenmiştir artık!
Mısır Prensi filminde Yanan Çalı’dan sonra karşımıza çıkan iki simge asa ve yılandır. Yanan Çalı’nın Sinir Sistemi olduğunu bir önceki yazımda ifade etmiştim. Asa ve yılan da aynı yapbozun parçaları olduğuna göre, izleri takip ettiğimizde, onlarında ne anlama geldiğini bulmak bizim için zor olmayacaktır sanırım.
Mısır çöllerinde yılan simgesiyle ayağa kalkan ilahi, ezeli ve ebedi ‘Asa’, Hz. Musa’dan önce de tüm kadim öğretilerde biliniyordu. Bu asaların en ünlüsü tıp sembolü olarak da kullanılan; iki yılan tarafından sarılmış, tepesinde bir kozalak ve açılmış kanatlarla ifade edilen Hermes’in asası Kadüse’dir. Asa’nın üzerinde yer alan kozalak figürü beyinde bulunan Epifiz Bezi’ni sembolize ederken, Asa; Sinir Sistemi’nin bir yılan misali sardığı ‘Omurga’yı temsil etmektedir. Yanan Çalı’dan yayılan esintinin kaynağı ise Ruh’tan başkası değildir. Yaratılış bölümünde “Rab Allah Adem’i topraktan yarattı ve... yaşam soluğu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu.” diye yazar. İnsanın içine üflenen, İbranice de ‘Roah’ olarak bilinen Ruh “nefes, rüzgâr, esinti” anlamına gelmektedir.
Cenin halinde iken insana üflenen bu ilahi nefes, bebeğin bıngıldak kemiği bölgesinden girer, üç boyutlu bir yazıcı misali Sinir Sistemi’ni oluşturarak ‘Omurga’ boyunca yoluna devam eder. Ruh’u kalbe bıraktıktan sonra, arta kalan bu kutsal enerji kuyruk sokumunda ki üçgen kemiğe yerleşir. İslamiyet’te ‘Acbü-z Zeneb’, Latince’de ‘Sacrum’ olarak bilinen bu kemiğin adı da ‘kutsal’ anlamına ‘Sacre’ kökünden türemiştir. Asa’nın dönüştüğü yılan; bu kutsal kemiğin içinde çöreklenmiş, Asya öğretilerinde ‘Kundalini’ adı verilen ilahi enerjiden başkası değildir. Peki, nedir bu ‘Kundalini’ enerjisi ve bize aydınlanma tecrübesini yaşatacak olan bu yılanı içimizde kimler uyandırabilir?