Şalom yazarı Bahar Feyzan, ikinci romanı ‘Adım Nisan’da gazeteci Nisan’ın kendini arama hikâyesi üzerinden eşsiz bir Türkiye portresi sunuyor.
İlk romanı ‘Aşk Yolcusu’nda bir aşk hikâyesinden yola çıkarak Struma faciasına dikkatleri çeken Bahar Feyzan, ikinci romanında ise eski ve yeni Türkiye’yi resmediyor. Nisan isimli bir kadın gazetecinin kendini arayışına odaklanan hikâye, yaşadığımız dönemin yanı sıra, kadın – erkek, baba – kız arasındaki ilişkiyi de mercek altına alıyor. Bahar Feyzan ile, birçok ilginç karakteri bir araya getirdiği romanını konuştuk.
Nisan da, senin gibi eski bir gazeteci… Seni tanımayanlar, Nisan’ın hikâyesini okurken Bahar’dan da bir şeyler bulacaklar mı?
Güzel bir hikâye olarak okuyucuların aklında ve kalbinde bir iz bırakması her şeyden önemli. Kendi deneyimlerim değil ama duygusunun yansımaması mümkün değil. Fakat Bahar Feyzan’ın hikâyesinden çok hepimizde olan sorunlara sahip bir kadının hikâyesi… Kendi ayakları üzerinde durmayı aşırı yanlış anlamış ve öyle de anlatmışlar. Meselesinin duygusal bağımsızlık olduğunu bile çok sonra başına gelenlerle tecrübe ederek öğreniyor. Hayat öğretene kadar da peşini bırakmıyor. Zaten öyledir. Hayat herkesi her yerinden büker, bükemediğini de kırar. Örneğin bugünün hastalığı da etrafımızda kimse ödün vermek istemiyor ama günün sonunda hepimiz bir yerlerimizden esnemek zorunda kalıyoruz. Seve seve ya da döve döve. Nisan da bunu iki türlü yaşıyor. Hayat bir yanağını okşarken diğer yanağına da okkalı tokatları indiriyor.
Nisan’ın çocukluğunun geçtiği semt olarak Balat’ı seçmişsin… Hikâyenin başlangıç sahnen için Balat’ı seçme sebebin neydi? Balat’ta seni çeken ne oldu?
Her semtin ayrı bir dünyası var. Geçmişin izleri de o semtlerin görünmez tabloları gibi etrafına asılı kalıyor. Balat’ın tarihi dokusu ve çeşitliliğinin mahallelerinden adeta fışkırması her zaman ilgimi çekiyor. Osmanlı, hatta daha öncesine de ev sahipliği yapan bu semt öyle iç içe geçmiş bir dokuyu kendisinde barındırıyor ki, sanki her caddesi ayrı bir hikâyenin farklı bir durağı gibi hissettiriyor. Balat; kültürün, çatışmanın, uzlaşının, karmaşanın, kavganın, geleneğin, komşuluğun, kimi zaman kavganın, yardımseverliğin hâkim olduğu özel bir semt bence. İstanbul’un bir baş semti olsa ben Balat derdim.
Nisan’ın anneannesi bence epey etkin bir karakter… Kendisine hikâyede pek rastlamasak da Nisan’a hayatının her noktasında bilgeliği ile yön veren biri olduğunu anlıyoruz… Senin de hayatında, anneanne için esinlendiğin bir ‘bilge karakter’in var mıydı?
Ben anneannemle büyüdüm. Anneanne evi sanki ilk mezuniyetim gibi oldu. Onun hayatı mizaha alış şeklini ve dramatize edişini, kendiyle dalga geçmesini, hastalık hastası hallerini, evde herkese karşı aykırı olabilmesini, kocasıyla yani dedemle ayrı partilere oy verip bir de bunun kavgasını yapmasına her zaman bayıldım. Kendi fikrini sonuna kadar savunur. Anneannem, dedemi çok sevse de hayatını sadece onun etrafında döndürmedi. Çok ciddi bir eğitimi olmamasına rağmen kendi dünyasını kurdu, hep bir amacı oldu. Güçlü bir kadındır. Bu anlamda hayat tarzı farklılığı yaşasak da güçlü duruşumu hem ondan hem de babaannemden aldığımı düşünüyorum. Bir gün dedem kapıdan girerken, “Koca dediğin böyle. Daha fakir ya da daha zengin ama böyle işte” deyip evlenmemi gereksiz bulan kadındır anneannem. Çalışmadığım dönemde “İşsizliği sevdiysen bir koca bul” diye dalga geçen de…
Babaannem ise üçüncü kocasını da boşayıp kendi hayatını yaşamaya karar verdi. Dünyayı gezdi. Onların tecrübelerini ve dile getiriş şekillerini çok ilginç buluyorum. Babaannemin 70 yaşından sonra bilgisayar kullanmayı öğrenip hiçbir yenilikten geri kalmaması hoşuma gidiyor. Benim bir erkek arkadaşım olduğunda anneannem “Niyeti neymiş?” der, babaannem de “Ne vaat ediyormuş?” diye sorar. Hayata sarkastik açılardan bakan insanları seviyorum. İkisinin fikirleri hâlâ çok eğlenceli geliyor.
Kitapta Nisan’dan sonra seni en çok etkileyen karakter kim oldu?
Benim favorilerim Durmuş Adalet ve ‘Bilmem kimin eşi hanım’. Durmuş Bey haksızlıklar karşısında adaleti tersten sağlayan tuhaf birisi. En büyük suçlar ondan çıkarken, en afili sözleri savuran da kendisi oluyor. Bu açıdan kendi içinde tutarlı ama bize göre son derece çelişkili bir karakter olarak seviyorum onu. ‘Bilmem kimin eşi hanım’ ise bugünün Türkiye’sinde her şeyi yapmaya gönüllü olanlarla bir parça eğleniyor. Cahil cesaretine boyut atlatıyor, sınırlarını aşıyor. Fakat gün geliyor o da başka türlü bir duvara çarpıyor. Mevlana’ya methiyeler düzerken kendi geçmişinin duvarına tosluyor. Aslında soluksuz bir yırtma mücadelesi veriyor ve hiç vazgeçmiyorlar. İkisinin hayatı okuyuşu ve yaptıkları beni çok eğlendiriyor.
Kasım bir yerde “İnsanın cenneti çocukluğudur” diyor… Sen de bu düşüncede misin? Bir insanın en mutlu olduğu zaman sadece çocuk olduğu zaman mıdır?
Masumiyet, içimizde bir parça olsa bile hâlâ yaşıyorsa cennetin en azından kenarında köşesinde sayılabiliriz. Çocukluk bizim hikâyemizin başladığı yer. Ve masumiyetin bahçesi gibi oradan her türlü meyveyi kopardık. Sonra zaman, hayat, olgunluk, gibi gerekçelere sığınıp kendi masumiyet bahçesinden kendimizi kovduk. Tıpkı cennetten kovulan Adem gibi! Hepimiz birer Adem ve Havva’yız masumiyetini arayan şaşkın insanlık olarak bugün de aynı durumdayız. Ve sonsuz döngünün tekrarı gibi tuhaf bir dünyada hala konuyu anlamaya çalışıyoruz. Arada da Nietzsche gibi uyanıklar çıkıp, ‘yok yahu bizi fena kandırmışlar o iş hiç öyle değil’ diyebiliyor.
Romanda, çok sayıda karakter var: Az konuşan uşaktan sinir bozucu polise, meraklı komşudan tipik sosyetik kadına, eşcinsel kankadan mafyaya kadar birçok karakteri hikâyenin içine yerleştirdin. Bunlar arasında betimlemede en çok zorlandığın karakter hangisi oldu?
Belki garip gelecek ama benim en zorlandığım karakter Nisan Nesin oldu. Çünkü onun dünyasından anlattığım romanı sadece onun dünyasında bırakamazdım. O yüzden Nisan’ın zaman zaman kendini aşıp sürüklenmesine izin vermek, aynı bakış açısından çıkmasını istemek ve onu dönüştürmek zorlu bir süreçti. Sonuçta benim için hepsinin yaşayan insanlardan farkı yok sayılır. Beynimde ve yüreğimde doğup bir ömür boyu hikâye evimin daimi misafirleri oldular. Kat değiştirir gibi başka sakinlere geçen benim.
Peki, sen hangisine inanıyorsun; kadere mi tesadüfe mi?
Evrensel yasalara inanıyorum. Yer çekimine inanıyorum. İnsanın, içindeki boşlukla mücadele edemeyişinden ötürü yarattığı krizlere ve hikâyelere inanıyorum. Zaman denen kavramın içine hapsolduğumuzu ve bilinç atlamadan da oradan çıkamayacağımızı düşünüyorum. Kader ve tesadüf bunların çok küçük parçaları gibi kalıyor. Kader aslında bir karakter yansımasıdır, tesadüf de onun muzır kardeşi.