Tarihçiler, Nasyonal Sosyalist devlet yapısında görülen güç ve otoritenin kaynağını Alman halkının çok da eski olmayan geçmişine bağlarlar. Birbirinden kopuk, zaman zaman dost, zaman zaman hasım irili ufaklı prensliklerin coğrafyasında, askeri disiplini düstur edinen Prusya’nın etkisidir Alman birliğini sağlayan. Otto Von Bismarck’ın, İmparatorluğu yaratma sürecinde “büyük sorunlar lafla değil, kan ve demirle çözülür” tespiti halkın gelecek beklentisi ile anlam bulur. Geçen yüzyılın ilk yarısını kan gölü haline getiren her iki savaşın temelinde bu fikrin izlerini sürmek mümkündür.
Hitler’in Almanya’sı esas itibarı ile güç ve otoritenin şekillendirdiği bir polis devletiydi. Birey, arzuladıkları hilafına hareket etmesi gereken bir seçeneksizlik içine hapsedilmişti. Tıpkı Stalin’in halkına reva göreceği gibi, Hitler de Almanlara sınırları korku ile çevrelenmiş bir yaşam alanı bırakmıştı. “Devlet için var olmak, parti için var olmak, lider için var olmak” sürecinde, bireyin rolü önemsizleştirilmişti.
Ancak, her bireyi, her şart ve ortamda uyumlu olmaya zorlamak her zaman olası değildir. Gücün ve otoritenin sınırları vardır. Korkunun, otoritenin tesisinde etken faktör olduğu kapalı toplumlarda, terör ile uzlaşmanın dengesinden söz etmek olasıdır. Bu denge şartlara göre şekillenecektir.
Adam LeBor ve Roger Boyes tarafından kaleme alınan ‘Seduced by Hitler’, Alman halkı ile Nasyonal Sosyalist rejim arasındaki bu dengeyi, Führer ile halkı arasındaki alış veriş halini irdeler. Uygar bir toplumun, bağrından nice düşünür, yazar, besteci, bilim insanı çıkartmış bir halkın, neden Adolf Hitler gibi bir kişiliğin arkasına takıldığını anlatmaya çalışır.
Alman halkının, Yahudi, komünist, sakat veya Yehova Şahidi olmayan çoğunluğu için Nazi idaresi çok büyük kısıtlamalar getirmez. Gerçi Gestapo, Führer adına, kâh haber alma kaynakları kâh toplum içinde yeşermiş gönüllü muhbirleri vasıtası ile her sosyal katmanındaki hareketleri yakından izlemektedir. Bu anlamda sokaktaki adamın adımlarını dikkatlice atması gerekmektedir; aksi bir durumda kişinin soluğu bir toplama kampında alması hiç de zor değildir.
Lider veya partinin otoritesini sarsacak bir şaka bile bazen geri dönülmez sonuçlar çıkarabilirdi. Peder Josef Müller, 28 Temmuz 1944’te şu şakayı yaptığı için idama mahkûm edilmişti…
“Ölüm yatağında ağır yaralı bir asker, hayatını uğruna harcadığı kişileri görmek istediğini söyler. Hemşireler Führer’in bir portresini getirirler ve yatağın sağına yerleştirirler. Daha sonra Reich Mareşali Göring’in bir portesini getirirler ve yatağın soluna yerleştirirler. Asker, şimdi İsa gibi ölebilirim der: İki caninin ortasında…”
Tek düzen davranış
Ondan öte, sokaktaki adamın kural dışı davranışlarının peşinden ciddi bir şekilde gitmek çok olası değildir. 80 milyonluk kocaman bir ülkede takip işini yapan 40 bin Gestapo vardır ve onların da önceliği değişiktir: Komünistler, sosyalistler, Ari olmayan azınlıklar – Yahudiler, Romanlar – ve kilise… Bir de takip altında tutulması gereken zafiyetler vardır: homoseksüel bireyler, Yahudilerle evlenen Almanlar gibi. Özellikle 1935 Eylül’ünde ırkçı Nürnberg yasalarının yayınlanması ile birlikte bu davranışlara verilen cezalar o denli yükseltilir ki halkın bu konuda ‘tek düzen – üniform’ davranması şaşırtıcı değildir.
Gestapo’nun iş takibi öncelikleri arasında sıradan Ari Alman halkı yoktur. Bunlar, kanunlara karşı gelen ufak tefek işler yapmış olsalar bile, takibe alınmazlar. Sosyal yaşantıyı düzen altına almaya çalışan bu yapının yöneticileri, sokaktaki adamı aşırı sıkmanın, bunaltırcasına üstüne gitmenin, esas görev için gerekli halk desteğini tehlikeye atacağını bilmektedirler ve ona göre davranmaktadırlar. Böylece, Ari ırkından ayıklanması gereken toplum unsurlarına karşı uygulanan – en hafifinden – baskı, bir yerde, günlük yaşamın kurallarına, yoluna yordamına uygun hale getirilmiş olur. Gestapo tarafından sergilenen Nazi terörünün üzerine parlak bir örtü örtülür ve Alman halkının sadık çoğunluğunun gözünde bu baskı, ‘gerekli adımlar’ olarak yerini alır.
Durum o denli içinden çıkılmaz bir hal alır ki, korku ile ‘partiye yaranma’, Nasyonal Sosyalizm için ‘iyi şeyler yapma’ isteği toplumsal güveni yerle bir eder, sosyal mutabakatı çökertir, halkın genelinde bir panik havası esmesine yol açar. Dolayısı ile ihbar sisteminin polis ve Gestapo için götürüsü getirisinden fazla olur. Komşu dedikodularından seken ihbarlar o denli artar ki, her biri için açılması gereken dosyalar, yazılması gereken raporlar takibi gereken asıl işin aksamasına sebebiyet verir…
Olumsuzluk gibi görünen ve kullanılan yöntemlerin yetersizliğinden ileri gelen bu aksamaları bir kenara koyarsak, SS yapısı içinde faaliyet gösteren Gestapo dâhil tüm birimlerin Nasyonal Sosyalizmin yükseliş yıllarında başarılı olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Sade Alman vatandaşı Gestapo ile karşılaşmadan gündelik hayatını sürdürecektir. Ancak arkasında, bir yerlerde onun varlığını da hep hissedecektir. Arzu edilen de budur!
Bu yolla yaratılan tedirginlik – ki bu aslında koyu bir korkudur – toplumsal yaşamda fikirlerin oluşmasına ve bunların dile getirilmesine engel önemli bir unsur olur. Dolayısı ile tutulan yolun hep yöneten ile yönetilenin mutabakatı ile bulunmuş olduğu gibi bir izlenim oluşur ki, bu çok da doğru değildir.
Kuşkular oluşuyor
Özellikle Amerikan / Britanya koalisyonunun havadan Alman kentlerini düzenli olarak dövmesi, Rusya’nın derinliklerinde mevzi kaybedilmesi ile birlikte tetiklenen karşı konulamaz geri çekilme, kayıpların artması ile bazı kuşkuların oluşmaya başlaması... Temmuz 1944’teki Hitler’e başarısız suikast girişimini bu açıdan okumak gerekir. Toplumun her katmanında, orduda, eski aristokrasinin içinde, sokakta, her yerde gözü kulağı olan Gestapo’nun ve istihbarat birimlerinin bu olayı haber almamış olması ve girişimin şans eseri atlatılmış olması, dikkate alınması gereken bir noktadır.
Düşünen, işlerin iyi gitmediğini gören, korku ve rüşvet ile sağlanmak istenen sadakate isyan edenler de vardır. Örneğin evlerindeki gizli bölmelerde Yahudi komşularını, dostlarını saklayan Almanlar vardır. Özellikle Berlin’de, üçüncü Reich’ın kalbinde, birkaç saatliğine değil, haftalarca, aylarca hatta yıllarca… Onların yaşantılarını idame ettirmek için alınan risk ve girişilen girift lojistik işlemleri tahmin etmek zor olmasa gerek.
Organize Alman direnişi Nazizm’in soluksuz bıraktığı yığınlar içinde marjinal bir girişimdir aslında. İtaat etmemeyi seçen insanların korkuya başkaldırışlarıdır. Rasyonel düşünme ve karar alma yetisi elinden alınmış bir halkın bağrında oluşan bir istisnadır bir yerde... Gestapo tarafından 12 yıllık Hitler döneminde, direnişin niteliği ne olursa olsun, rejime muhalefet eden 800.000 kişinin kamplara gönderildiği kayıtlara geçmiştir.
Devlet aygıtının yok edildiği iklim bireyin yaşantısında tamamen korumasız olduğu ortamları yaratır. Hitler yönetimi, Almanya’yı kontrol etmeye başladığı dönemden itibaren, kendine göre şekillendirdiği devlet yapısı, Ari ırkını yücelttiği ırkçı söylemleri, uygulamaya koyduğu kanunları ile sosyal tecride tabi tuttuğu Ari Alman dışı nüfusu sürdü, yok etmek için adeta seferberlik ilan etti, savaş içinde başka bir savaş başlattı.
Sokaktaki Alman için yaşananların sebep sonuç ilişkisini kavramak ve bununla ilgili değerlendirmede bulunmak mümkün değildi. Zaten halk böyle bir arayış içinde de olmadı veya olamadı, hiçbir zaman. Halkın genelinin, Hitler’in “bir dinden öte” diye tanımladığı Nasyonal Sosyalizmin peşinden gitmemek gibi bir çabası, seçimi de olmadı veya olamadı !
Ancak yine de herkesin mutabık kaldığı bir nokta vardı o günlerde. Bunu, Alman Emek Cephesi lideri Robert Ley’in sözlerinde bulmak olası : “Almanya’da hâlâ özel bir hayatı olanlar uykuda olanlardır…”