Artık sıra, geçen tiyatro mevsiminin ‘en iyi yerli oyunları’na geldi.
İbrahim Çiçek’in yönettiği, 1972 doğumlu Galli yazar Gary Owen’ın ‘Killology’si liste başım. Şiddet dolu bir bilgisayar oyunundan yola çıkan ‘Killology’ günümüz toplumunda şiddeti, şiddetle bağlantılı suçluluk duygusunu, mide bulandırıcı çağcıl ahlak anlayışımızı, baba-oğul ilişkilerinin dinamiklerini derinlemesine inceleyerek, giderek paramparça ederek irdeliyor. Owen’ın müthiş sağlam metni, babalar, baba olmak isteyip de babalık yapamayanlar, oğullar, oğul olmak isteyip de baba bulamayanların trajik öykülerini anlatıyor. Kısa bir ara dışında iki saat süren oyunun, yaklaşık bir buçuk saatini alan ilk bölüm, kurbandan cellada ya da cellattan kurbana rahatlıkla dönüşebilen üç karakterin monologlarını iç içe geçirip birbirini cevaplayan ya da tamamlayan diyaloglara dönüştürerek ve sonunda üç farklı öyküyü başarıyla kesiştirerek gelişiyor. Kısa ikinci bölüm ise, olanlarla olabilecekler arasında gidip gelerek, gerçekle düşseli harmanlayarak gözünüz yaşarmadan izlemenin zor olduğu, hem tokat gibi sert hem de müthiş dokunaklı bir finalle sona eriyor.
‘Yutmak’ oyununun sağlam metin yorumlaması ve etkileyici oyuncu yönetimiyle geçen sezonun en heyecan verici keşfi olarak karşımıza çıkan genç tiyatrocu İbrahim Çiçek, Hira Tekindor’un Türkçeye çevirdiği oyunu, bir yara kadar acılı, sert ama şefkat dolu müthiş bir yorumla Craft Kadıköy’de sahneledi. Yılın en iyi oyunlarından biri, belki de en iyisi. Afife Jale Ödüllerinde, bütün dallarda aday olmasını beklerken, sadece Ozan Dolunay’a ‘Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı’ adaylığı getirmesini, duygu skalasının her rengini derinlemesine veren oyunculuğuna bir de beklenmedik bir pole dance / direkt dansı katmayı da başaran, hayatının en iyi performanslarından birini sergileyen Serkan Altunorak’ın ve ‘Garaj’ın öğrencisi Kahraman’dan beri epey yol almış olan Güven Murat Akpınar’ın oyunculuklarının, İbrahim Çiçek’in yönetmenliğinin ve kafasında tasarlamış olduğu, Kerem Çetinel’in dekor-ışığının “es geçilmesini” anlayabilmiş değilim.
Marçalı’nın olgunluk eseri: ‘Home/Yuva’
Festivalin yerli yapımlarından, Sami Berat Marçalı’nın yazdığı ‘home / yuva’ ilk kez ABD’de, New York LaGuardia Performing Arts Center’da prömiyer yapmış bir oyun.
ikincikat’dan ayrılıp b planı’nı kurduğundan beri yönettiği ‘Kabileler’ ve ‘İstila!’da öteki olmak, iletişim ve göçmenlik meselelerine kafa yoran yazar yönetmen Sami Berat Marçalı, ‘home / yuva’da dilde ve geçmişte olmasa da, yuva arayışı ve hayal kurma konusunda yolları New York’un göbeğinde kesişen dört göçmenin bir tek gecede yaşadıklarını anlatıyor.
Bir gemiden atlayarak ülkeye kaçak giren sırılsıklam ıslak iki genç gece vakti bir taksiye atlarlar. Taksici sadece İngilizce, kız sadece Türkçe konuşmaktadır. Kızın otistik delikanlı kardeşiyse oyun boyunca tek laf etmeyecektir. Birbirinin dediğini anlamayan kız ile taksici tartışırken, araba bir adama çarpar. Kardeş adama yardım etmek için taksiden indiğinde, panikleyen şoför, kapıları kilitleyip kaçar. Öykü bundan böyle iki paralel ortamda, bir yandan otistik kardeşle, çarpmadan sadece sersemleyen ‘gay’ karakter arasında, diğer yandan da taksicinin, bütün parayı kardeşine verdiği için ödeme yapamayan kızı, parasını alabilmek için rehin tuttuğu taksinin içinde gelişecektir. İnsanlarla iletişim kuramayan, kendisine dokunulmasına bile izin vermeyen kardeş, belki de karşısındaki adamın duygusallığının, sevecenliğinin etkisiyle tek kelime bile konuşmadan anlaşmayı öğrenirken, kapısından içeri girdiğinde kız için bir ‘yuva’ olan taksi hapishaneye dönüşecek, şoförle genç kız bir şekilde birbirlerine ulaşıp da taksici onu serbest bırakıldığında kız, tekrar yuvaya dönüşen taksiden çıkıp, özürlü kardeşinin ömür boyu yüklenmiş olduğu sorumluluğunu tekrar almaya karar vermekte zorlanacaktır…
Çok iyi yazılmış, çok da iyi sahnelenmiş bu olgunluk eserinde Marçalı, göçmenlik, iletişim, birbirimizi anlama üzerine yazdığı, aidiyet ve varoluş kavramlarını araştıran oyunu dinamik ve güncel bir dille sahneye taşıyor.
Bora Akkaş, Erol Ozan Ayhan, Özlem Zeynep Dinsel ve Saim Karakale çok sağlam bir takım oyunculuğu sergiliyorlar. ‘Altın Ejderha’daki başarılı çıkışın ardından dizi sektörüne yönelen transfer olan Saim Karakale’nin müthiş etkileyici bir yorumla tiyatroya dönmesi hoş bir sürpriz. Özlem Zeynep Dinsel bu oyundaki yorumuyla Afife Jale’de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü bileğinin hakkıyla almış. Dörtlünün en heyecan verici oyuncusu, ‘Yen’deki o nefis performansını bile aşan müthiş dozunda yorumuyla, hepsi de çok konuşan diğer üç karakterin arasında kaybolabilecek bir kişiliği tek bir sözcüğe bile gerek duymadan rahatlıkla öne çıkaran Bora Akkaş.
Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü
Eşi Nevzat Süs’le birlikte AltKat Sanat’ın kurucularından, 1978 Antakya doğumlu, genç yaşına karşın dağarcığında kapsamlı ve bol ödüllü bir tiyatro, sinema ve televizyon geçmişi olan, yazar, oyuncu, mim, yönetmen, eğitmen Müge Saut, Franz Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünü, Aslıhan Tarkan’ın yeni çevirisinden yola çıkarak uyarlayıp, eserin günümüzle örtüşen sarsıcı içeriğini iyice ortaya çıkarmak için, klasik sahnelemeden farklı bir yöntemle, stilize ve performatif bir sahnelemeyle ele almış.
Seyirciler, etrafında çepeçevre yer alacakları boş oyun alanına girdiklerinde, beşik ayaklı hareketli bir yatakta uyumakta olan Georg Samsa’nın, çiğ beyaz bir ışığın aydınlattığı yarı çıplak bembeyaz bedeniyle karşılaşırlar. Samsa’nın ayak taraklarındaki ve avuçlarındaki kan izleri, onun, çağımızın günahlarının kefaretini ödemek için, modern çağın bir İsa’sı gibi kurban edileceğini öngörür gibidir. Bu absürt, grotesk, fantastik, ama beklenmedik derecede de gerçek ana karakterin, uyandığındaki yüzüstü dönme ve kalkma çabalarının müthiş inandırıcılığına karşın, aşırı makyaj yapmış, partal elbiseler giymiş çekirdek ailenin bireyleri, en samimi görünen duygularında bile, giysilerinin hâlâ üzerinde duran etiketleri gibi iğreti ve yapaydırlar. Ataerkil ailenin otoriter ve katı babası, ezik, sindirilmiş annesi, serpilip geliştiğinde ailenin yeni kurtarıcısı olacak genç kızı, herkese tepeden bakan, ama dönüşümü gördüğünde tırsıp kaçan Samsa’nın müdürü, iğrenç şekilde durmaksızın tıkınan yeni kiracı, yüzlerinde maske gibi duran abartılı makyajları ve yapay oyunculuklarıyla, birer “commedia dell”arte” karakteri gibi dursalar da, aslında çağımızın yüzeysel ve sahte ilişkilerinin, paraya ve tüketime dayalı ekonomik düzeninin parodik ama gerçekçi birer simgesidirler.
Hem dekor hem aksesuar kullanılmadığı için, müthiş başarılı oyunculuklarının en etkileyici tarafı, tiyatro oyunculuğuyla pantomimi harmanlayan son derece ilginç performatif format. Başta “iç ses” Müge Saut olmak üzere, babada Nevzat Süs, annede Aydan Cömert ve Greta’da Dilara Gülümser çok etkileyici birer oyun çıkarıyorlar. Oyunculuğu ve beden diliyle müdürü ve kiracıyı başarıyla ayrıştıran Selver Çavuş ise özel bir tebrik hak ediyor. Gregor Samsa’yı canlandıran Erkan Akbulut’un, sesinin ve bedeninin tüm olanaklarıyla, Samsa’yı insanlık dışı bir yaratığa dönüştüren, bu fantastik mahlûku gerçek ve inanılır kılan müthiş çalışılmış performansı, bu yıl kazandığı Üstün Akmen Teşvik Ödülü ve Afife Jale Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı ödüllerini fazlasıyla hak ediyor.
Shakespeare’in kısaca ‘III.Richard’ diye anılan, ‘The Life and Death of King Richard III / Kral III. Richard’ın Yaşamı ve Ölümü’ adlı trajedisini kumbaracı50’de yöneten ve baş rolünü üstlenen Yiğit Sertdemir, radikal bir karar vererek dramaturg Sinem Özlek’le birlikte, oyunu iyice kısaltarak ara vermeden oynanan 110 dakikaya indirgemiş. Kimi olayları arka plana çekerek, “her şeyi mubah gören omurgasızlığıyla eze çiğneye, kanırta kanırta en tepeye yükselen” bu psikopat katili öne çıkaran bu yorum, iktidar hırsından inanç sahtekârlığına, kişisel çıkarcılıktan muktedir yalakalığına güç tutkusunun parlak bir eleştirisini yapıyor.
Candan Seda Balaban’ın kumbaracı50 mekânına cuk oturan sahne ve giysi tasarımı, Cem Yılmazer’in ışıkları, Burak Çöllü’nün müzikleri, Sanem Oğuz’un hareket düzeni ve dört dörtlük bir toplu oyunculukla yarı karanlıkta oynanan bu kapkaranlık öykü, Altıdan Sonra Tiyatro’nun son yıllardaki büyük prodüksiyonlarından biri. Çok ustaca yönetilmiş olan oyun, Yunan tragedyalarındaki gibi, oyunu başlatan ve sonlandıran bir koro, cesetleri simgeleyen kum dolu torbalar, farklı ve çarpıcı finalde Richard’ın katlettiklerinin eliyle öldürülmesi gibi, birbirinden parlak buluşlarla dolu.
Ama asıl nefes kesici olan, Yiğit Sertdemir’in oyun boyunca kendi zavallılığı ve kötücüllüğüyle dalga geçen Richard’ı. Oyunculuk müthiş de, beden dili oyunculuktan bile etkileyici. Sahneye tekerlekli sandalyede, yarı felçli gelen Richard, insanlıktan çıkıp canavarlaştıkça giderek bedensel olarak düzelip normalleşiyor. Düşüşü başladığında bedensel kusurları birer birer geri dönüyor ve ölüme, aynen oyuna başladığı gibi, eciş bücüş bir özürlü olarak gidiyor. Yiğit Sertdemir’in milim aksamayan bedensel değişimlerini izlemek için bile defalarca izlenebilir.
Ostermeier’inkinden sonra dahi çarpıcılığını kaybetmeyen müthiş başarılı bir çalışma.
Haftaya bir başka ‘en iyiler’ yazısında buluşmak üzere…