Savaş genelde erkeklerin dünyası olarak kabul görür. Hitler’in Alman halkına sunduğu şekli ile savaş, kadınlara ‘erkeklerin yokluğunda gündelik yaşamı idame eden kişi’ rolünden çok daha fazlasını yüklemişti. Gerçi bu yalnız Almanya için geçerli bir durum değildi. Sovyetler de Britanya da kadınlara, sivil yükümlülüklerin ötesinde askeri savunma birimlerinde etkin görevler vermişti.
Nasyonal Sosyalist ideolojinin Alman kadınlarına dayattığı ‘erkeklerin yokluğunda gündelik yaşamı idame eden kişi’ olmaktan çok daha fazlaydı. Alman kadınları özellikle doğu cephesindeki savaşın vahşetinden doğrudan etkilenmişler, eşlerinin giderek, önce bir ölüm makinesine dönüşmelerine, sonra da azılı düşman kışın derin soğuğu altında donup gitmelerine tanık olmuşlardı.
Buna rağmen, savaş sürecinde, sokaklara dökülüp, Rus orduları karşısında baba topraklarına doğru ricat eden, ettikçe de azalan Alman ordusunun, kısaca eşlerinin yitip gitmelerini engellemek için hiçbir harekette bulunmamışlar, sessizliklerini Hitler ve yarattığı savaş makinesinden yana kullanmışlardı.
Özellikle savaşın sonlarına doğru çekilen yokluğa ve acılara karşı, kadınlar tarafından söylenecek hiçbir söz yok muydu? Dönemin arşiv kayıtlarında, kadınların Hitler’e ve Nazi politikalarına karşı geldiklerini gösteren fazla belge yoktur. Evet, bazılarının direnişçilere katıldıkları, Yahudilere yardım ettikleri, dolayısı ile doğrudan hayatlarını riske attıkları biliniyor. Ancak, bunlar, yaşananları destekleyen veya kayıtsız kalanlar düşünülürse, çok küçük bir oranı ifade ederler.
KADINLARIN REJİME KARŞI EN ÖNEMLİ DİRENİŞLERİ
Bu anlamda, Şubat 1943 Rosentrasse protestoları, kadınların rejime karşı giriştikleri en önemli direnişti. Protestolar, Yahudi eşleri olan Alman - belki de Ari demek daha doğru - kadınların, onları SS’lere teslim etmemek için başlattıkları, önce cılız sonrasında ses getiren Nazi karşıtı bir hareketti. Esas itibarı ile rejimin Yahudilere karşı giriştiği temizlik kampanyasını sorgulamayan son derece spesifik talepleri vardır: Eşlerini geri istemektedirler.
Bu tarihte Almanlar Berlin’de kalan son Yahudileri toplamaya başlamışlardı. O ana dek, çeşitli nedenlerle hâlâ toplama kamplarına gönderilmemiş birkaç bin Yahudi arasında 1700 ile 2000 kişilik bir grup vardı ki, ya Alman eşleri olduğundan ya da Nürnberg Yasalarına göre ‘yarı Yahudi’ ya da ‘çeyrek Yahudi’ olduklarından, sona bırakılmışlardı.
SS’ler, işte bu insanları, Yahudi toplumunun Rosentrasse üzerindeki binasında toplamaya başlamışlardı. Ölüm kampları onların da son durağı olarak belirlenmişti, ancak eş durumundan dolayı, daha dikkatlice davranılması gerekmekteydi. Nihayetinde, kocaları ellerinden alınacak kadınlar Ari Alman kadınlarıydı. Gerçi onlardan çoktan vazgeçmiş olmaları gerekiyordu. Hal ve tavırları, o ana dek rejime karşı gelmemiş olmaları, Ravensbrük’e gönderilmelerine engel olmuştu… Böylesine bir akıbete maruz kalmamak için taleplerinde ve söylemlerinde çok dikkatli olmaları gerekiyordu…
Propaganda Bakanı olmasının yanında Berlin Valiliğini de üstlenmiş olan Göbbels, Alman toplumu ile bu denli iç içe yaşamış Yahudileri, diğerleri gibi, yaka paça toplama kamplarına gönderemeyeceğini anlamıştı. Ancak Judenfrei Berlin’den vazgeçmek niyetinde de değildi.
O dönemde Berlin’de, sokaktaki insanlar Yahudi komşularının başına gelenleri yavaş yavaş duymaya başlamışlardı. Doğuya gönderilenlerin akıbeti hakkında ağızdan ağza dolaşan söylentiler vardı. Bunun bilincinde, Rosentrasse’deki binada alıkonulanların eşleri ve yakınları, burada birikmeye ve seslerini yükseltmeye başlamışlardı.
Bu, III. Reich tarihinde eşine ender rastlanan, Nazi otoritesine karşı girişilen neredeyse tek toplu protestoydu. Bu kadınlar organize değildiler; direniş gruplarına bağlı değildiler; silahlı da değildiler… Ancak taleplerini açık ve net bir şekilde belirtmişlerdi. Bir haftanın sonunda Berlin’de herkes Alman kadınların Yahudi eşlerinin serbest bırakılması için direniş gösterdiklerini öğrenmiş, kentte genel bir heyecan hali başlamıştı.
Reich başkentinin, solcu Berlin’in Hitler’e ve Nasyonal Sosyalizm’e en son teslim olan kalelerden biri olduğu dikkate alınırsa, ayyuka çıkacak bir protesto dizisinin nelere mal olabileceği hesaplanabilirdi. Hele hele doğu cephesinden gelen kırık dökük haberlerin etkisi ile bu toplumda bir rahatsızlık yaratabilirdi: Alman orduları Stalingrad’da kısa bir süre önce tarihi bir yenilgi almışlardı…
Göbbels’in iki seçeneği vardı: Ya protestocuları topyekûn bertaraf edecekti ki bunun için yeterli hazırlıklar yapılmıştı, ya da adamları serbest bırakacaktı.
Protestocuların öldürülmesinin yaratacağı tepkinin ne olacağını kestirmek olası değildi. Kötü giden her şeyden sorumlu Yahudilerin sistemli bir şekilde yok edilmeleri bir şeydi, kocalarının serbest bırakılmasını isteyen bine yakın Alman Ari ev kadınının çembere alınmaları başka şeydi. Şiddet şiddeti doğuracaktı ve otoriter rejimlerin dahi, zaman zaman toplumsal uzlaşıya ihtiyaçları vardı.
Eşlerinin cesareti ve Alman ordularının Stalingrad’da yaşadığı hezimet, Rosentrasse tutuklularının serbest bırakılmasını sağlar. Bu durum ideolojinin bazı durumlarda – belki de kendini kurtarmak adına – geri adım atabileceğini göstermesi açısından önemli bir örnektir: Yahudiler düşmandırlar, ancak onların Alman eşleri, onları seçmiş olmalarına rağmen, düşman değillerdir! Neticede Berlin, tüm Yahudilerin sorgusuz bir şekilde ölüme gönderildiği Varşova değildir.
Göbbels çok daha önceleri, Wansee Konferansından hemen sonraki haftalarda, günlüğüne aldığı notlarda, ileride karşılaşacağı bu ‘hassas soruna’ değinmişti: Eşleri Yahudi olanlara, çocukları Yahudiler ile evlenmiş olanlara, Yahudi yakınları olanlara, ‘nihai çözüm’ hakkında ne denecekti? “Bu sorunların çözümü süresince bazı trajedilerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bunların üstesinden geleceğimizden ve problemlerin çözümünden kazançlı çıkacağımızdan eminim…”
Şu bir gerçektir ki, aşırı uçlarda olanlar bir kenara bırakılırsa Alman kadınları Gestapo takibine uğramadan, kendilerine tanımlanan hayatı yaşamışlardır.
NAZİ REJİMİNİN KADINLARA BAKIŞI ÇELİŞKİLERLE DOLU
Nazi rejiminin kadınlara bakışı o kadar çelişkilerle doludur ve güvensizlikle beslenmiştir ki, Ari ırkın doğurganları olarak bazen baş tacı edilmişler, ancak genellikle köleleştirilmişlerdir.
Biraz irdeleyelim...
Hitler’in Kavgam’da, eğitimin Ari ırkının yetişmesindeki önemine değinirken, erkeklere sayfalarca yer ayırması, buna karşılık kadınları neredeyse birkaç paragrafla geçiştirmesi, işi ‘erkek – asker, kadın onu doğuran’ denklemine indirgemişti.
İleriki yıllarda Weimar Cumhuriyeti’nin sunduğu zayıf demokratik ortamda Sosyal Demokratların kadın oylarına göz kırptığını anlayan Nazi liderleri, söylemlerinde değişikliğe gitmişler ‘Kadın erkeğin ortağıdır… Hep böyle olagelmiştir ve bundan sonra da hep böyle olacaktır…’ aşamasına gelmişlerdi.
Göbbels ise son noktayı koymuş ve ideal kadını tarif etmişti: “Açıkça ifade etmeliyim ki, kadının toplumdaki birinci, en iyi ve asli görevi, ulusa ve halka çocuk sunmaktır.”
Bu anlamda Weimar’ın Alman kadınına sunduğu çağdaşlaşma çabası tamamen geri sarılmış, toplum yapısındaki kadın – erkek ilişkisi ırka dayalı sistemle ikame edilmiştir. Saf ırkın yaratılması, beslenmesi, büyütülmesi, için herkes gereğini yapacaktır: Erkek savaşacak, kadın doğuracaktır. Tabii ki, burada ırka uygun kadınların doğurması esas alınacaktır.
Nürnberg Yasalarının yayınından hemen sonra, Ekim 1935’te uygulamaya konan bir yönetmelikle evlenen Ari çiftlere sağlık sertifikası verilmesi yoluna gidilmiş, 1.000 RM’lik harcama kuponu - kredi olarak - tahsis edilmişti. Kendilerine tanınan zaman içinde dört çocuk yapanın kredi borcu silinmiş, doğurgan anneler, 4 ila 6 çocuk için bronz, 6 ila 8 çocuk için gümüş ve yukarısı için altın madalya ile ödüllendirilmişlerdi.
Böylece 1939 yılına gelindiğinde doğum oranı binde 20,4 oranına kadar varmış, annelik kadınlar için seçebilecekleri bir durumdan ziyade bir vatandaşlık görevi haline getirilmişti. Eş deyişle, annelik ‘özel hayat’ ile ifade edilemeyecek bir durum olmuş, düşük ırklara karşı verilen savaşa katkı olarak, bir yerde zorunlu hale getirilmişti.
Lebensborn Projesi bu anlamda toplumsal mühendisliğin nerelere uzandığını anlatması açısından önem arz eder: Nazi rejimi için saf Ari ırkı üretimi bir mani haline gelir, ‘Alman Kızlar Birliğinden’ toplanan uygun üyeler ile uygun SS gençlerinin bir araya getirilmesi ve çiftleştirilmesi için damızlık çiftliklerini aratmayan ortamlar oluşturulur.
Himmler tarafından önerilen Nazi tarihinin en karanlık programı olmuştur Lebensborn Projesi… Reich sınırları dâhilinde toplam on iki merkez oluşturulmuş ve süper ırkın yaratılmasına ayrılmıştı.
Doğu Avrupa’nın Nazi yönetimi altına girmesi ile birlikte bu coğrafyada yaşayan etnik Almanların da çocuk yapmaları teşvik edilmiş, doğan her çocuk ailesinden koparılarak özel SS merkezlerine alınmıştı. Bu yolla Almanya’ya getirilen 250 bin çocuktan yalnız 25 bini savaş sonrasında ailesine geri dönebilmiştir...
Buna rağmen kadınların çoğunun savaşın getirdiği büyük yıkıma rağmen, sonrasında, kendilerine şahsiyet katan III. Reich günlerini hayatlarının en güzel günleri olarak andıklarını söylemeden geçmemek gerek. Onlar Führer’e derinden bağlı kalmış, aralarında kolayca inkâr edilemeyecek bir bağ oluşmuştu.
Eva K. adındaki bir ev kadınının Hitler’e yazdığı bir mektubun giriş paragrafından bir alıntı ile toparlayayım: “Sevgilim, hemen yanına gelebilir miyim? Aşkımdan kuşku duyuyor musun? Bugün seni öylesine çok özledim ki!”
Alıntılar:
Seduced By Hitler – Adam Le Bor, Roger Boyer
Göbbels Wansee Konferansından sonraki haftalarda, günlüğüne aldığı notlarda, ileride karşılaşacağı ‘hassas soruna’ değinmişti: Eşleri Yahudi olanlara, çocukları Yahudiler ile evlenmiş olanlara, Yahudi yakınları olanlara, ‘nihai çözüm’ hakkında ne denecekti? “Bu sorunların çözümü süresince bazı trajedilerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bunların üstesinden geleceğimizden ve problemlerin çözümünden kazançlı çıkacağımızdan eminim…”
Lebensborn Projesi, Himmler tarafından önerilen Nazi tarihinin en karanlık programı oldu… Reich sınırları dâhilinde toplam on iki merkez oluşturuldu ve süper ırkın yaratılmasına ayrıldı.