Geçen yazımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.
General Germanicus’un oğlu, Augustus’un evlatlık torunu. Tiberius’un yetiştirmesi Roma İmparatoru & Sezar Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus (Caligula). MS 37-41 yılları arasındaki kısa iktidarında, ensestten pedofiliye uzanan sapkın cinselliği, acımasızlığı, kötücüllüğü, cinayet ve işkence yapma tutkusuyla tarihin en insafsız tiranlarından biri olarak isim yapmıştır.
Oyunlarının çoğunda, birey ile devlet / iktidar arasındaki gerilimi konu alan, özgürlüğe karşı tüm toplumsal yapılarla dalga geçen, 1936 Bulgaristan doğumlu Stefan Tsanev’in yazdığı, Ragıp Yavuz’un Baba Sahne’de yönetmiş olduğu ‘Kanlı Komedya: Caligula’ Albert Camus’nün hem daha gerçekçi, hem de daha hınzır bir oyun.
Tsanev’in ‘Caligula’sı halkın suskunluğuna isyanı öldürülme özlemine dönüşmüş olan Caligula’nın, halka verip veriştirerek, harekete geçirmek için her türlü hakareti, her türlü kışkırtmayı denmesiyle başlıyor ve dünyanın en tepkisiz halkından tepki bekleyerek, tepki uyandırabilmeyi umarak acımasızlığını daha da uç noktalara taşımasıyla sürüyor.
Ragıp Yavuz, bu yoğun politik metni, soluk soluğa izlenen üst düzey bir tiyatro olarak sahneye koymuş. Halkın suskunluğunu, tepkisizliğini, her türlü zorbalığa boyun eğerek kanıksamasını temsil eden Marcus Lepidus Mnester adlı dilsiz trans sanatçıyı bir kadın oyuncuya (Ecem Üstündağ) yorumlatarak, sorunun eşcinsellik değil, zorbalık ve zorbalığı kabullenme olduğunun altını çizmiş.
Halkı tetiklemek için çılgınca çaba gösteren Caligula’da Ahmet Saraçoğlu her türlü övgünün üstünde. Caligula’yı destekler ve uyarırken, sinsi sinsi imparatorlukta sıranın kendisine gelmesini bekleyen Claudius’da yılların oyuncusu Levend Öktem’in Caligula’nın öldürülmesini beklerkenki heyecanı, yüz ifadesi, iyi oyuncu ile büyük oyuncu arasındaki farkı gösteriyor. Salonu Roma’ya dönüştüren mizansende, biz seyirciler hemen MS 41’in Romalılarıyla özdeşleşerek makineli tüfek gibi yüzümüze takır takır fırlattığı küfürlere tepki göstermek bir yana, oyun sonunda Caligula’yı koyun gibi ayakta alkışladık!
↔↔↔
1921 doğumlu İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt’ın son oyunlarından, 1972-1973’lerde yazıp 1980’de yeniden ele aldığı ‘Der Mitmacher / Uyarca’, bilimin yanlış ellere düştüğünde ne kadar tehlikeli olabileceğini, karanlık bir güldürünün tüm çarpıcılığıyla anlatır:
‘Der Mitmacher’in Türkçe karşılığı ‘İşbirlikçi’dir ama, devlet baştan aşağı yozlaşıp, ekonomik krizle birlikte rüşvet, yolsuzluk alıp yürümüş, toplum her şeyi kanıksamışken kriz yüzünden yoksullaşmış sistem mağduru ve sistem karşıtı bilim adamı Doc, yaşamını sürdürmeye çabalarken giderek sistemin bir parçasına evrildiğinden, işbirliğinden çok bir dönüşüm söz konusudur ki bu bakımdan ‘Uyarca’ çok daha uygun bir isim. Oyun kapitalist sistemin, uymak, uyumlu olmak, uyum sağlamak gibi, farklı ve aykırı olanı yok etme düzenini yansıtıyor. Sistem bireyi uymaya, boyun eğmeye, sesini çıkarmamaya zorlayacak, bir kez evet deyince de uymak alışkanlık, uyarca olmak meziyet olacaktır.
Bizde birçok kez sahnelenmiş olan ‘Uyarca’yı, bu kez DasDas Tiyatro’da Ahmet Mümtaz Taylan, Dürenmatt sahnelemelerinde çoğunlukla yeğlenmiş olan grotesk ve abartılı üslupla değil, ciddi, doğal ve gerçekçi bir tonlamayla yönetiyordu. Bu ciddiyet, oyunun gerçeküstücü ve karanlık mizahını gölgeleyeceğine daha da ortaya çıkarıyordu. En rahatsız edici tarafıysa, metnin 45 yılın ötesinden hâlâ taptaze kalmış olması kadar, anlattığı distopik öykünün bize fazlasıyla gerçek ve inandırıcı gelmesindeydi. Çeteleri açığa çıkaranların tutuklandığı, kızların tecavüze uğrayıp yakıldığı, gazetecilerin hapse atıldığı, yorulmuş metallerin istifa ettirildiği, kavganın, şiddetin kol gezdiği bu dünya ne yazık ki bize hiç yabancı gelmiyordu.
↔↔↔
Belçika’da yaşayan, koreograf Eric Raeves ve sanatçı Meryem Bayram’la birlikte önce OnderHetVel tiyatrosunu ardından da Platform 0090’ü kuran Mesut Arslan, farklı disiplinlerden proje ve sanatçıyla uluslararası ortaklıklar kurarak çok sayıda sanatsal ürünün ortaya çıkmasına destek oluyor. Enstalasyon yaklaşımıyla ele aldığı oyunları, performatif ve yaratıcı oyunculuktan beslenen ortak çalışma yöntemiyle tasarlayan Arslan, 21. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında bir GalataPerform, Platform 0090, Theater Onderhetvel ortak yapımı olarak müthiş yaratıcı bir yorumla sahneye aktardığı, reji asistanı Defne Parman’la birlikte sahne ve kostüm tasarımını üstlendiği, Öznur Yalgın’ın ‘When in Rome’ adı oyununda, muhafazakârlık, özel hayat ihlâli, mahalle baskısı gibi konuları zekice eleştiren, aslında izleyicinin aşina olduğu bir öyküyü, alışık olmadığı bir sahne diliyle izlemesini, yeni tecrübeler edinmesini amaçlıyordu.
Farklı oturma düzeniyle oyun alanı kavramını ters yüz ederek salonun tamamını sahneye dönüştüren, seyirciyi izleyici konumundan çıkarıp katılımcı durumuna getirerek oyunu fiilen yaşamasını sağlayan interaktif konsept çok başarılıydı. Seyirciler, ‘When in Rome’u, Sermet Yeşil, Ersin Umut Güler, Pervin Bağdat ve Yeşim Özsoy’la birlikte, oyuncularla kaynaşarak oyunun bir elemanına dönüşerek ‘yaşıyorlar’, oyunun kapanış cümlesini bile bir seyirci söylüyordu.
1980 Adana doğumlu Seyhan Arman tiyatroya 1994’te başlayan bir oyuncu ve yazar. İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine baktığımdan, otuzlu yaşlarındaki bu zarif ve çekici genç kadının, boyunun biraz fazla uzun, sesinin biraz fazla kalın olduğunu, velhasıl geçmişte, hayatının bir dönemini erkek olarak yaşadığını epey geç fark etmiştim.
Yazdığı ve oynadığı tek kişilik ‘Küründen Kabare’de, bu gün hala toplumsal şiddetin en açık şekline maruz kalan bir trans bireyin hikâyesini bu kez farklılıklar üzerinden değil, benzerlikler üzerinden anlatmayı seçiyor ve seks işçiliği de yapmış, tacizler, karakollar, dayaklar da görmüş geçirmiş, sonuçta belki herkesten fazla ama aynı zamanda herkes gibi hayatta kalmak için direnen Serpil’in trajik ama bir o kadar da ironik hikâyesini, gerçek olaylarla kurguyu iç içe geçirerek sahneye taşıyor ve iliklerimize kadar işlemiş toplumsal ikiyüzlülüğümüzle bizi bir kez daha hesaplaşmaya çağırıyor.
Serpil karakterini güçlü bir kadın, gerçek bir savaşçı olarak yazan Arman hem tiyatroyu seven ve bilen izleyicilerin, hem ilk kez oyuna gelen seyircinin, hem olayla gönül bağı olan transların ve travestilerin beğenebileceği dört dörtlük bir tiyatro yapmayı başarmış.
“Kür”, transların gizli dili lubunca yalan anlamına geldiğinden oyun aslında “yalandan bir kabare”. İzleyiciyi, ikiyüzlülüğüyle, kendimizden farklı olana yaşam hakkı tanımayışıyla, istemediği, kendine ait bulmadığı bedeni değiştirmeyi arzu edenlere anlayışla değil küçümseyerek, alay ederek yaklaşmasıyla yüzleşmeye çağıran bir kabare.
Şarkı sözleri ve müzikleri de kendisine ait bu ‘one woman show’da, gerçek yaşamında çok daha kadın, çok daha düzgün, çok daha nazik olan Seyhan, abartılı makyajı, dilinden düşmeyen lubuncasıyla sahnede fırtına gibi bir “dönme” Serpil oluveriyor. Cazgırlığıyla ağzı bozukluğuyla o kadar doğal, o kadar inandırıcı ki, sanki bir zamanlar Elmadağ ye da Osmanbey’de rastladığımız o lubunyalardan birine dönüşüveriyor.
Farklı, aykırı, müthiş etkileyici bir çalışma. Kaçıranlar önümüzdeki sezonda mutlaka izlemeli.
1953’te doğan, Hollandalı yazar-oyuncu Herman Koch’un, 2009’da, nezih bir semtte evsiz bir kadının önce dövülüp ardından yakılarak öldürüldüğü haberinden etkilenerek yazdığı “Het Diner / Akşam Yemeği” adlı romanı 21 dile çevrilmiş. Üç kez de sinemaya uyarlanmış.
Semaver Kumpanya, Kees Prins’in bu romandan uyarladığı ‘Akşam Yemeği’ni, Volkan M. Sarıöz’ün yönetmenliğinde sahneliyor. Oyun, şık, gösterişli ve pahalı bir restoranda eşleriyle birlikte yemek yiyen iki erkek kardeşin, iki kuzen olan oğullarının işledikleri, belki de kimsenin fark etmediği anlamsız ve korkunç cinayeti tartışmalarının öyküsü.
‘Akşam Yemeği’, çok rahatsız edici bir oyun. Bir yandan toplumsal ahlak ve değer yargılarını didik didik ederken, bir yandan da çocuk ve özellikle yeniyetme ergenlere doğru yolu göstermenin zorluklarına, desteğin ve korumacılığın dozu kaçtığında düzgün bir insan yaratma çabasının bir canavar yaratmaya dönüşebileceğine de değiniyor. Oyun boyunca görmediğimiz, ne dediğini anlamasak bile telefondaki sesinden tehdit altında bile soğukkanlılığı elden bırakmadığını algıladığımız oğul, giderek ‘We Need to Talk About Kevin’deki Kevin’le özdeşleşmeye başlıyor.
Volkan M. Sarıöz, ekibinden tüyler ürpertici güzellikte, tüm nüansların inceden inceye etüt edildiği müthiş gerçekçi, benzersiz bir toplu oyunculuk elde ediyor.
Mevsimin en iyilerine ait son yazımızda buluşmak üzere…