Gerçeklik ve tutkular arasında - Bir Kadının Yaşamından 24 Saat

“İnsanları mahkûm etmektense, anlamak beni daha mutlu kılar.” - Stefan Zweig

Perspektif
12 Eylül 2018 Çarşamba

Deniz Saygı

 

Eserlerinde bireylerin bunalımlarını ve derin psikolojik betimlemeleri titizlikle işleyen Avusturyalı Yahudi Yazar Stefan Zweig (1881 – 1942)’ın ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat (Özgün Adı: Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau)’ adlı novella formatında yazılmış olan eseri, Mahmure Kahraman tarafından Almancadan Türkçeye çevrildi. Eser, Fransız Riviera’sında evli bir kadının pansiyonda tanıştığı kendisinden yaşça küçük bir genç ile kaçması ile başlamakta. Pansiyondaki herkes bu durum ile ilgili kendi ‘ahlak’ görüşünü bildirirken novella’nın ana karakteri olan Mrs. C de altmış yedi yıllık hayatının sadece yirmi dört saatlik bir zaman dilimini kapsayan yaşantısını itiraf etmiştir.

Ebeveynleri İskoçya’da soylu sınıfa mensup olan Mrs. C, 18 yaşındayken bir partide kocası ile tanışmıştır. Karaciğer rahatsızlığından dolayı ölen kocası, tanınmış R. Ailesi’nin oğludur ve on yıl kadar Hindistan’da orduda görev yapmıştır. Kocasının ölümünden sonra yaşamı anlamsız ve gereksiz hale gelen Mrs. C, ilk önce Paris’e yerleşip geçmek bilmeyen ruhsal sıkıntısından dolayı sürekli mağazalara ve müzelere gitmiştir. Ne yazık ki bu süreç onu hem kendisine hem de çevresinde olup bitenlere karşı daha da yabancılaştırmıştır ve ‘yas kostümlerine nezaketen acıyan gözlerle bakmalarına katlanamadığı için’ insanlardan da kaçmıştır. İki yılını yas tutarak geçiren Mrs. C, Paris’te bulunduğu son mart ayında Monte Carlo’ya gitmeye karar vermiş, Monte Carlo’da bulunduğu süre boyunca sık sık kumarhanelere gitmiştir. Çünkü kumarhanelerde bulunan diğer insanların yüzünde beliren şaşkınlık veya mutluluk ifadelerinin gel-gitlerini görmek Mrs. C’yi heyecanlandırmaktadır – korkunç buhranın kendi içinde yaşadığını yadsıyarak. Ve, bir akşam gittiği kumarhanelerden birinde kaderini değiştirecek olan ‘yirmi dört saat’ başlamıştır.

Zarif ve neredeyse kadınsı denilebilecek bir güzelliğe sahip bir gencin kumar oynadığını gören Mrs. C, onu oyun boyunca uzaktan izleyip bu gencin tüm mimiklerini ve tepkilerini inceler ve gencin, oyunu kaybettiğini görünce de onun kendi hayatına son vermeyi kararlaştırdığını anlar. İradesi dışında ve tamamen bilinçsizce ayakları Mrs. C’yi intiharın eşiğinde olan bu genç adama götürür ve Mrs. C, “Yalnızca yardım etmek için bir parça uyarılmış bir arzu yüzünden, herhangi bir istek duymadan, herhangi bir hayale kapılmadan” bu trajik serüvene sürüklenir. Birlikte geçirdikleri gece sonrası Mrs. C, yaşadıklarının bulanık ve karmaşık uykunun kalıntısı bir rüya olduğuna inanmak istemiştir – tüm gerçeklere rağmen.

“O zaman içimi acıtan şey hayal kırıklığıydı… O genç adamın o denli itaatle gitmesinin verdiği hayal kırıklığı… Beni durdurmak, yanımda kalmak için hiçbir girişimde bulunmaması… Oradan ayrılıp gitmesi konusundaki ilk arzuma minnet ve saygıyla boyun eğmesi… Beni kendine çekmek için bir şey yapmak yerine… Beni yoluna çıkan bir azize gibi görmesi sadece… Ve beni görmemesi… Bir kadın olarak hissetmemesi...” (sayfa 56)

Adını dahi bilmediği bu genç adamın onu ölüme yaklaştıran borcunu ödedikten sonra onun bir daha kumar oynamaması üzerine yemin ettiren Mrs. C, Monte Carlo’dan ayrılacağı gün bunun küçük bir yardım arzusundan öte olduğunu anlar. Bundan ötürü, bu genç adamla vakit geçirdiği her yeri tekrar ziyaret edip en son da kumarhaneye gider. Kumarhanede genç adamı tekrar kumar oynarken görür; ilk önce bu durumun halüsinasyon olduğunu düşünür. Ne yazık ki, en sonunda genç adamın yemin etmesine rağmen tekrar kumar oynadığını anlamıştır. Mrs. C ve genç adam kavgaya tutuştuktan sonra genç adam, onun gitmesini ister. Mrs. C’nin uğursuzluk getirdiğini düşünüp onu rezil etmiştir. Kumarhanede bulunan diğer insanlar tarafından rencide edilip aşağılanan Mrs. C, Monte Carlo’yu terk eder – tüm bu yaşadıklarını en derinine gömerek.

“Sonuçta zaman her şeyin ilacı, alınan yaşın da tüm duygular üzerinde özel ve hafifleştirici bir etkisi var. Ölümün yaklaştığını hissettikçe, ölümün gölgesi yolunuzun üzerine simsiyah düştükçe, olaylar gözünüze eskisi gibi batmıyor, derin duygularımızla artık aynı şekilde seslenmiyor, tehlikeli gücünden çok şey kaybediyor.” (sayfa 69)

Mrs. C, yıllar sonra bir davette Avusturya elçiliğinde görevli bir ataşeyle karşılaşır. Bu Polonyalı ataşe aynı zamanda, Mrs. C’nin yıllar önce hayatını değiştiren yirmi dört saatteki başrol olan genç adamın da kuzenidir ve genç adamın on yıl önce Monte Carlo’da kendisini vurduğunu anlatır. Mrs. C, bu haberden hiç etkilenmez, acı bile çekmez. Çünkü yaşlanmak, geçmişten artık korku duymuyor olmaktan başka bir şey değildir. Her bir insanın en derininde sakladığı arzular ve tutkular, doğrular ile idealler arasında sıkıştığında bilmediğimiz bir yönümüzü ortaya çıkarırken bizi gerçeklikten de uzaklaştırabilir. Gerçeklik… Sahi ‘gerçeklik’ dediğimiz olgu akıldan akla, kalpten kalbe, sözcüklerden sözcüklere değişen bir kavram değil midir?