‘Yeni Dünya Düzeni’ni ve ‘Yeni Türkiye’yi konuşmak için Konda Araştırma’nın genel müdürü Bekir Ağırdır ile bir araya geldik. Ağırdır, özellikle Türk toplumunun geçirdiği değişimleri Şalom için değerlendirdi.
Konda’dayım. Puslu bir sonbahar gününe rağmen Bekir Ağırdır ve sevgili eşi Yasemin Güney Ağırdır’ı görmek her zaman olduğu gibi mutlulukla içimi açıyor. Onlara çok güvenir, inanır ve sözlerini dinlerim. Türkiye’nin ve dünyanın bu ağır, anlaşılmaz süreçlerini anlamak için Bekir Ağırdır’ı dinlemek, geleceğe bakışımı aydınlatıyor. Tarihçi olmamın en güzel yanı ‘büyük resme bakabilmek, onu görebilmek ve kuyruğu dik tutabilmek’. Tarih, öne çıkan onca önemli insanın hayatlarını birkaç paragrafa, binlerce hatta milyonlarca insanın öldüğü koca koca savaşları birkaç sayfaya sığdırdığından, içinde yaşadığımız dönemi, dönemeci rahatlıkla kaldırabilir ve derdimize yanmaktan vazgeçebiliriz diye düşünüyorum. Bilinenin ötesindeki bilinmeyenleri göstereceğine inandığım ufuk açıcı röportajlarımın ilkine Bekir Ağırdır ile başlıyorum. Amacım Yeni Dünya düzenini ve Yeni Türkiye’yi okumak, anlamak ve geleceğe nasıl taşıyabiliriz meselesini çözmek.
KÜRTLER VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
Bekir Ağırdır, hep seninle konuştuğumuz bir gerçeklik var. ‘Kürt Meselesi’ çözümlenmeden Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez. Bunu biraz açıklar mısın? Kürtlerle olan sorunlarımızı çözmediğimiz için korkuyor ve daha da merkezileşiyoruz. Yerel yönetimlerde yerelleşemiyoruz. Elimizi kolumuzu bağlayan bir düzenin içindeyiz. Sıkışmışlık içindeyiz; aktörler değişmedikçe, kutuplaşmalar bitmedikçe bu işlerin gitgide güçleştiğini gözlemliyoruz. Yerel seçimler kapıda, yerel seçimlerden sonra Türkiye’yi nasıl görüyorsun? İyimser misin?
Aklımla bakınca karamsar, yüreğimle bakınca iyimserim.
Çünkü ben bu toprakların geleceğine inanıyorum. Güveniyorum. Bu toprakların insanlarının kritik kavşağa geldiklerinde serinkanlı davranacaklarına ve DNA’larında olduğuna inandığım bir arada yaşama arzularına, alışkanlıklarına güveniyorum.
“BİZİM BANKACILAR NORVEÇ’TE FASULYE KIRAR”
Sence insanımız bugünün Yeni Dünya düzeninde nerede duruyor?
Bu toprakların insanlarının belirsizlik koşullarında hayatta kalma güdülerindeki maharete güveniyorum. Çünkü neredeyse 16. yüzyıldan beri bu belirsizlik altında yaşıyorlar. Arada bir Cumhuriyet sıçraması var, onun da sürdüğü tartışılır. İş dünyası için bu daha da somut. Bizim iş dünyasının en büyük mahareti aslında girişimcilikleri, sermayeleri falan değil belirsizlik altında iş yönetme kapasiteleri. Düşünsene bizim buradaki herhangi bir banka şube müdürünü Norveç’te bir bankanın genel müdürü yapsak fasulye kırar gibi yönetir orayı. Bir deterjan firmasının bölge müdürünü Kanada’da deterjan şirketinin Ceo’su yaparız çünkü onlarda hukuk belli, kurallar belli, tüketicinin, toplumun nasıl davranacağı, marketlerin kuralları, düzenleri, enflasyon belli. Hepimizin DNA’larına sinmiş belirsizlik altında ‘survive etme’, iş yönetme, iş yapma, hayatımızı sürdürme kapasitemiz var.
Peki, bunca yeteneğimize rağmen neden hâlâ mutlu değiliz ya da olmak istediğimiz yerde değiliz?
1923’te ortak bir hayalimiz vardı ve o her şeye rağmen yeni bir ülke kurmaktı; ama bugün en büyük problemimiz insanların değişim arzusuna cevap verecek bir ortak hayalimizin olmaması. Herkes siyasetten, aktörlerden, partilerden, kişilerden konuşuyor ben meselenin kendisinden konuşmayı severim. Elbette payları var ama Türkiye’nin en büyük sorunu ‘biz’ duygusunu kaybetmesi. Herkes biz derken bir başkasını dahil etmiyor. Önemlice sayıda bir kesim Kürtleri dahil etmiyor. Ya da ‘biz’ derken önemlice bir grup insan muhafazakarları dahil etmiyor. Herkes biz derken aslında bir parçayı tarif ediyor. Dolayısıyla bu bir ‘biz’ tahayyülü değil. Oldum bittim bu farklar da vardı. Evet, tabidir ki bu ülkede etnik aidiyet farklar var. Hayat tarzı farkı var ama bu kez farklı olan şey bu farklılıkların; ama etnik, ama dini, ama hayat tarzı, ama siyasi; tüm bu farklılıkların hem kendilerine dehşet bir aşk içinde giderek kutuplaşıyor olmaları hem de bu kutuplaşmanın maddi değilse bile manevi bir şiddete yönelik sürüyor olması.
Gündelik hayatın korkuları, geçim gailesi gibi bin tane derdin içinden baktığın zaman da o manevi şiddetin maddi şiddete kayma potansiyelinin de olduğunu görüyorum dolayısıyla bunu çok riskli görüyorum. O nedenle metrobüste kısa şortlu kıza birisi saldırabiliyor. Ya da öbürü metroda okunan bir gazeteye bakarak bir adama laf edebiliyor. Kadına şiddet meselesi her gün meydanda ki bunun yalnızca kadına dair bir şiddet meselesi olduğunu sanmak çok büyük bir hata olur.
“KADINLAR ŞİDDET SARMALINDA”
Kadınlar nüfusun yarısı ama ‘bireyleşememiş aktörler’… Şiddet sarmalında bunalıyorlar, neden?
Nüfusun yarısı kadın ama yüzde 30’u çalışma hayatına dahil değil, evden bile dışarı çıkamıyor demektir bu. Çalışma hayatına dahil olanlarında da yarısı işsiz veya marjinal sektörlerde sosyal güvencesiz çalışıyor. Veya çalışan da eşit işe eşit ücret alamıyor. Örgütlenme hakkı yok.
Örneğin kadın meselesini var eden ülkedeki toplumsal sorunun önemli bir kısmı dini buyruklardan daha çok geleneklerden kaynaklanıyor. Dini buyruklara dahil olan kısmı da var elbette ama büyük kısmı bu toprakların insanlarının kodladıkları ‘at, avrat, silah’ gibi gelenekler. Örneğin namus, onur, şeref gibi, haysiyet gibi insana dair gurur vesilesi, övünç vesilesi olacak değerlerde referans cinsiyetçi bir yerden yapılıyor. Ne yazık ki adamın yalan söylemesi, tembel olması, hukuka aykırı davranması haysiyetsizlik değil ama karısının eteğinin açılması; rüzgarda domates seçerken pazarda yakasının açılması adam için namussuzluk. Yani dolayısıyla benim ayrımım dini referanslardan dolayı ama hala kadın meselesini var eden sorunların büyük bir kısmı geleneklerden besleniyor.
“GENÇLER BOŞLUKTA, HAYATIN DIŞINDA MARJİNALLEŞİYOR”
32 yaş altı 19 milyon insan var; bu inanılmaz bir büyüklük. Genç nüfusumuzu yönlendiremiyoruz. Yönetmekten söz etmiyorum. Bu insanların yarısı hayata dahil değil. Üniversite sınavını kazanamadığı için okul hayatına, iş bulamadığı için iş hayatına dahil değil. Bunu nasıl yorumluyorsun?
Hayatının, ruhunun, kanının en heyecanlı olduğu hayat diliminde ve hayata katılamıyor. Ülkenin geleceği böyle gider işte. Bu bir ülke için en büyük risk: Yetişkin nüfusun 3’te 1’i ve bunların yarısı bu ülkenin geleceğinden ümidi kesiyor. O zaman ne oluyor? Beklentisizliğe razı oluyor yani bugünkü koşullardan daha iyi bir hayata kavuşacağım arzusunun var olduğu ama ‘böyle bir şey de olamayacak’ diye bir gerçekliği kabullenmek arasındaki psikolojik problemi düşünsene... Hele 18 yaşında bir gencin kendi içinde bunu yönetebilmesi mümkün değil. Dolayısıyla müthiş öfkeliler, kızgınlar, küskünler. Araştırmalarımızda daha uçlara doğru siyasi fikirlerinin kayıyor olduğunu gözlüyoruz.
MUHAFAZAKÂRLIK ARTIYOR MU?
Bu durum raporlarda görünüyor çünkü AKP ve CHP ülke ortalamalarının altında oy alıyor bu genç nüfustan. Ve bu gençlerin yarısının da siyasi görüşü yok.
Evet, ülke ortalamalarının daha gerilerinde; MHP ve HDP ülke ortalamasından daha yüksekte ama bu gençlerin yarısının da siyasi tercihi yok. Yarısı için yukarıdakiler geçerli yarısının da yok.
Müthiş merak ettiğim bir konu var, muhafazakârlık artıyor mu ya da evriliyor mu? Senin ifadelerinde geleneksel ve dindar muhafazakârlık kavramlarına rastladım, bunları biraz açar mısın? Mesela geleneksel muhafazakârlar içinde benim gibi örtünmeyenler de var mı?
Benim ayrımım şuna dayanıyor; referanslarını dini buyruklardan mı alıyor, geleneklerden, ananeden, örflerden mi alıyor?
Muhafazakârlık artmıyor ama gelenekseli referans alan muhafazakârlık giderek dini referanslara dönüyor. Yani muhafazakârlığın kendi iç dinamikleri ve referansları değişiyor. Ben bu yaşta babamın karşısında sigara içmem; ataya saygıdır bu. Değişen şey bunu şimdi ‘günah’ diye yapmamak. Muhafazakârlığın tüm referansları dini referanslara dönüştürülmek isteniyor. Ve tabii lümpenleşiyor. Metropolleşmeyle beraber.
Türkiye’de muhafazakârlık evriliyor ve değişiyor. Bir kere artıyor lafı özü itibaren ‘yanlış’; şu anlamda yanlış; ülkenin aşağı yukarı üçte birlik bir kesimi var senin gibi batılı kentli aydınlanmacı bir zihin yapısına sahip ve gündelik hayat tercihleri içinden yaşıyor. Yani tatil deyince Bodrum’a gidiyor, cuma veya cumartesi akşamı dışarıda yemek yiyor. Kastettiğim siyasi bir laf değil. Üçte ikisi ise hâlâ muhafazakâr dediğimiz özellikle kadın meselesinde özellikle dini referanslara değen konularda ahlakçı bakışa sahipler ve o ahlaki referansların önemli bir kısmı da dini referanslar. Bu üçte ikilik muhafazakâr dediğimiz kitle özü itibarıyla büyüyor değil -bir temel yanılgıyı düzeltelim- öyle bir artış yok ya da başı kapalı olan kadınların sayısı artmıyor. Ama önemli değişme metropolleşmeyle bağlantılı olarak hem daha kalabalıklar halinde yaşıyor olmak hem de bu gündelik hayatın ritmindeki hızlanma.
Mesela Uşak da kent İstanbul da ama ikisi aynı ritme sahip değil. İstanbul’da işe gidip gelmek minimum 2 saat ama Uşak’ta işe yürüyerek gidip geliyor. Hala Uşak’ta tanış olmasa da, el sıkışmamış olsa da bildiği insanlar var. Doktor ararken, avukata ihtiyacı varken hâlâ bildik bir doktor bulmak istiyor. “Banazlıyım, Banazlı bir doktor bulayım” diyor ve bunu da Banazlı bir arkadaşına soruyor. İstanbul’da ise Uşaklı olmanın bile önemi yok bırak Banazlı’yı… İstanbul’un, Bursa’nın mekânsal konumu içerisinde bu zaten önemsiz. Bu kadar hızlı hayat ritmi içinde eğer toplumun önünde hukuka dair bir tereddüt varsa, yani hukukun üstünlüğüne inanç düşükse, kamu kurumlarının da sivil aktörlerin de gündelik hayatta hukukun ağırlığının, kuralların varlığını, denetimini hissetmiyorsa, bir yandan da toplumsal dayanışma mekanizmaları yoksa, İstanbul’da bir yoksulun mahallesi dışında yardım arama olanağı yok. Fiziksel olarak da yok yani mahallesindeki insanlarla bile tanış değil. İnsanlar yalnız. Hiçbir toplumsal kurumumuz da yok. Yani şu numarayı çevirirsem şu kurumlar şunu yapar diye bir şey yok.
“METROPOLLEŞTİKÇE YALNIZLAŞIYORSUN”
Akrabalık bağları zayıfladı, hemşerilik diye bir şey kalmadı... Hatta hemşerilikten bahsedince sinirlendiğini, insanların yüzlerinin döndüğünü görüyorum.
Benim bir tezim var; ister bilgi toplumu de ister post modern dünya de; bilim ve bilgi metropol çalışmalarından çıkacak. Entelektüel dünya sanıyor ki kır kent ayrımı bu meseleyi karşılayacak. Hayır karşılamıyor.
Metropolleştikçe, insanlar ortada bir kamu düzeni hissetmedikçe, hukuk dışılıktan korkarak bu gündelik hayatın karmaşasından sadece siyasi nedenden değil, asayiş, güvenlik gibi kaygılar ağır basmaya başlıyor. Hemşerilik gibi, aile gibi bazı şeyleri yaşatamadıkça daha soyut kimliklerine doğru sahiplenmek; orada bir mana - anlam aramak, oralardan dayanışma üretmek yoluna gidiyor. Yani cami cemaati etrafında dayanışma aramak yoluna gidiyor. Bireyselleşirken bir yandan da başka bir boyutta çoğullaşmaya çalışıyor insanlar. Türk insanı hayatın dışında kalmak istemiyor. Nehrin öte yanında daha iyi bir hayat olduğu arzusunu ve bunu deneme niyetini hep taşıyor. Ama yüzme bilmediğini de biliyor. Özgüveni de düşük, diğerlerinin boğulma riski karşısında onu kurtarmayacağı gibi bir kanaate sahip. Ya karşıya geçme arzusundan vazgeçecek. Bunu insan psikolojisi elvermiyor; kabullenmeyi… O zaman da belinden kendisini bu kıyıda bir ağaca bağlayarak atlıyor ki yüzmeyi başaramaz da karşı kıyıya varamazsam boğulmayayım bari, bu kıyıya sağlam basayım. Belinden bağladığı ağaç metropollerde ‘din’ olabilir. ‘Soyut kimlikleri olabilir; işte Türklük, Kürtlük gibi, cemaatler olabilir. Burada eğer karşısında hukuk, toplumsal nizamlar, toplumsal kurumlar olsa bu değişim sürecinden böyle bir risk duymadan yaşayıp yürüyüp gidecek. Ama bütün bu toplumsal kurumlar olmadığı için karşı tarafa yüzmeyi başarsa bile karşı tarafın da kendisini almayacağı kaygısını da taşıdığı için…
“GERİLİM ZENGİN - FAKİR ARASINDA DOĞACAK”
Kanyon metaforunu kullanıyorum. Kanyon’un bir kapısından çıkınca 50 metre yürü Levent’e, öteki kapısından çıkınca Gültepe’ye girersin. İki sokakta iki ayrı eve konuk ol; iki ayrı evdeki gündelik hayat pratiğinin, hayattaki beklentilerin, hayata dair umutların, dertlerin, meramların da ne kadar farklı olduğunu görürsün. Bu iki yeri birbirine bağlayan bir ‘avm’! Değişen ne? O Gültepe’de insanlar ilaç fabrikaları yapıldığında işçi olmak için gelmiş, Levent onları içine almamış. Mekân da elvermemiş. Ama sessiz sedasız, kızmadan, değişim arzusuyla Gültepe’yi oluşturmuş, kendi alternatif hayatlarını kurmuşlar. Şimdi değişen şey, bu iki tarafa da birileri diyor ki ‘siz birbirinize düşmansınız!’ Senin kaybettiklerin için öbürleri tehdit. Levent de şimdiye kadar Gültepe’den çekinmezken ya da Gültepeli Levent’e diş bilemezken şimdi Gültepe’dekiler ulaşamadıkları, kaybettikleri imkânlar için Leventliler’i suçluyor. Leventliler’de kaybettikleri hayat kaliteleri, korkularına karşı Gültepeliler’i suçluyor. O nedenle Türkiye’de bir gerilim, çatışma, toplumsal hareketlenmenin yoğun olduğu günler yaşayacaksak bu herkesin sandığı gibi etnik veya dini aidiyetler üzerinden olmayacak; zengin-yoksul ayrımı üzerinden olacak. Ve bu yönetmesi daha zor bir problem. Kutuplaşma bu yüzden olacak. Karşılıklı düşmanlaşma yoksa bile her zaman ayrım var bu ülkede. Her zaman Türk var Kürt var; Sünni var Alevi var ama unutma ki bu ülkedeki tarihteki hiçbir toplumsal çatışma domates seçerken ya da tarla kavgası diye başlayıp sonradan bu hallere dönmüş bir şey değildir. Hep devletin ya da egemenlerin Osmanlı’dan beri manipülasyonlarıyla başlamıştır. İşte Maraş, İşte 6-7 Eylül, işte Madımak... Ama şimdi giderek bu insanlar birbirini tehlike olarak görmeye başlıyor. ‘Bilge Köyü katliamı’ diye bir şey yaşandı bu ülkede. O zamandan beri bir insan karşılaştığı problemi çözmek için karşı taraftaki aktörlerin tümünü yok etmeyi öldürmeyi tahayyül edebilmesidir problem zaten; olayın olmasından daha çok; bunun çözüm diye insanların beyninde olabilmesidir. Bunu yaratan ortamdır. Yani silahlanmadan, şiddetten beslenen av tüfeklerinin serbest, ruhsatsız olmasından işi bu hale getirdikten sonra insanlar bugün geldiğimiz noktada bir problemi halletmek için çekeyim silahı vurayım diyor. İşte Amerika’da olanlar… Böyle bir risk var. Beyin kıvrımlarında böyle bir çözüm seçeneğinin var olabilme koşullarıdır zaten problem. Bu koşulları kaldırmadan ortadan Bilge Köyü katliamı sanıklarını idam etsen ne olur, etmesen ne olur.
“YENİ DÜNYA DÜZENİ YENİ SORUNLARIYLA GELİYOR”
Dünyada ulus-devlet modeline dönülüyor çünkü yeni modeller üretilemedi. Türkiye’de tüm çözümsüzlüklerine, zorluklarına rağmen bu modele mi dönecek?
Asıl problem evrensel, bütün dünyada. Bizde “efendim seçmen cahil midir, değil midir” gibi saçma sapan tartışmalar yapıyorlar, Amerika’da üniversitelerin oranı yüzde 40-45. İşte Trump’ı seçtiler. Mesele seçmenin cahilliği değil, mesele burada insanlık. ‘Metropol’ dediğimiz mesele de dahil, yeni hayata uygun hukuk ve devlet nizamını üretemedi. Bunu üretemedikçe olmuyor. Yeni karşılaşılan bir sürü problem var. 80’lerden önce küresel ısınmayı mı konuşuyorduk, 80’lerden önce küresel göç mü konuşuyorduk, IŞİD diye bir şey mi vardı, Londra’da, Washington’da, Brüksel’de küresel terör mü konuşuyorduk? İnsanlık daha karmaşık problemlerle karşı karşıya ve buna dair bir sistem üretemedi. Üretemedikçe internet üzerinden Perulu arkadaşınla Peru’ya gidelim ya da sen gel derken; bırak vizeyi, sınırların üzerine duvarlar inşa ediliyor. Türkiye bile üç ülkeyle arasına duvar çekti. Amerikalılar Meksikalılara duvar örmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu sürdürülebilir bir şey değil. Yeni devlet modelini, yeni hukuk nizamını kurana kadar da bu devam edecek. Çünkü insanlığın karşılaştığı yeni problemlere cevabı yok.
TEMSİLİ DEMOKRASİNİN SONU!
Bazen ümitleniyorum. Siyaset şeffaflaşacak mı acaba? Artı herkes her şeyi, her an, her yerde öğrenebilir halde. Eskisi gibi kapalı kapalı kapılar ardında Washington bitti mi?
Temsiliyete dayalı yönetim kavramı sanayi toplumunun ürettiği bir sonuç. O günün üretim ilişkileri içinde rasyonel ama bu günün gündelik hayatı ve üretim ilişkileri içinde temsiliyet yetmiyor. Bugünün hayatı daha karmaşık, hızlı, daha kalabalıklar halinde yaşanıyor. Yerçekimi, zaman sınırı yok. Zamandan ve mekândan bağımsız bir hayat yaşıyorsun. Diyelim ki gece 12’de bir partinin ilçe binasına gitmeden bir siyasi eylem örgütleyebiliyorsun; konuşarak, yazışarak. Hiyerarşiler olmadan çalışabiliyorsun. Kodlamaya çalıştığımız bu yeni hayat temsiliyet üzerinden yönetilemez. Katılım üzerinden yönetilebilir. Halbuki bugünkü siyasi yapılara bakıyorsun; temsiliyete, mekana, hiyerarşiye dayalı.
SİYASET MODELLERİ SIKICI VE DEMODE
Günümüz siyasi düzeninin çok sıkıcı olduğunu ve yeni bir ruha ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Ne dersin? Ya da şöyle söyleyeyim; siyaset etme biçimleri ve temsilcileri yaşamın, gençlerin ve bu dünya düzeninin çok gerilerinde kaldı.
Hâlihazırdaki sistem ideolojiye dayalı, sorun odaklı. Şöyle bir örnek vereyim: Şimdi Gayrettepe’yi temizleyelim diye Gayrettepeliler örgütlenebiliriz. 8 günlük veya 8 aylık bir örgütlenmeyle işimizi yapar bitiririz. Kürt, Türk, sağcı ya da solcu bu örgütlenmenin içinde bulunabilir, iş bitince dağılırız. Ancak bizim karşımızdaki siyasi yapılar sanayi toplumunun ürettiği siyasi yapılar. Bu siyasi yapılar bugünün sorunlarına cevap üretemediği için de hem yeni fikirlerden hem yeni insanlardan beslenme kapasiteleri yok. Damar tıkanıklığı yaşıyorlar. Beslenemedikçe de her iki tarafın da - hem iktidar ve hem de muhalif tarafın - bir damar tıkanıklığı üremiş; yeni insan kaynağı ve yeni fikirleri yok. Küresel ısınmaya dair, ya da Konya Ovasının kuraklığına dair, ya da Anadolu’da yaşanan erozyona dair, ya da Ergene Nehri’nin kirliliğine dair herhangi bir siyasi partinin programında sen hiçbir şey duydun mu?
Hayır, hiç duymadım.
Farkında bile değiller: Ama bugünkü hayat farklı problemler üretti. Ama Türkiye’nin şansı ya da şanssızlığı hâlâ sanayi toplumu olmanın temel problemlerini bile çözemediği için - eğitim, hukuk, laiklik gibi temel kurumsal yapılar, hukuki normlar tam olarak oturmadığı için ve hâlâ bunlar üzerinde bile gece ile gündüz kadar birbirinden farklı siyasi görüşler, çekişmeler ve kutuplaşmalar yaşandığı için - bilgi toplumunun daha karmaşık problemlerini de aynı anda yaşıyoruz. Dolayısıyla Fransa’daki adam da bu problemleri yaşıyor ama sanayi toplumunun kuralları oluştuğu için onlar bu depremi 3 şiddetinde, bizse 8 şiddetinde yaşıyoruz. Bu Türkiye’nin şansı da olabilir aynı zamanda... Bu iki problemi - hem sanayi toplumu olmayı hem bilgi toplumu olmanın problemlerini - aynı anda yaşayan (Türkiye) bir laboratuvar ülke olarak; bunları çözebilirsek bu maharetimizle dünyada çok önemli bir rolümüz olur. Ben tam da Türkiye’de yeni siyasetin böyle bir vizyondan, ütopyadan, böyle bir vizyondan kurulabileceğine kesinlikle inanıyorum.
“ERKEK EGEMEN İKTİDAR BİTTİ, KADINLAR SEZGİ VE AKILLARIYLA GELİYOR”
İnanıyor musun? Siyaset yeniden örgütlenebilir yani yeni insanları, yeni söylemleri sahneye çıkarabilir mi? ‘Kadınlar’ zekâ, sezgi ve bilgileriyle yeni Türkiye’nin başrol oyuncuları olacaklar diyorum ne dersin?
Evet inanıyorum, bunu örgütleyebiliriz. Bugünün hayatı daha karmaşık ancak bizim zihnimiz kompartımanlar şeklinde bu sorunları ayırmak yönünde; eğitim, laiklik, hukuk, işsizlik gibi. Hâlbuki daha multidisipliner, daha bütünleşik, eşzamanlı ve aynı anda yapılacak bir sürü şey birden. Aklın, gönlün ve bilgi kadar sezgi, içgüdü ve duyguların da ağırlıklı olduğu bu yeni hayat ritmi bizim bildiğimiz zihin dünyasına aykırı. Bunun naturası aslında kadınlarda var. Çok samimi kanaatim. Erkek egemen iktidar (bitti!). Her ne kadar iktidar ilişkilerinde erkeklerin kurduğu düzen devam ediyor olsa bugünün dünyasında beden, akıl ve gönül beraber çalışmak zorunda ve erkek zihni buna yatkın değil. Bedenin, aklın, gönlün beraber çalıştığı kadın zihninden yeni iktidar oluşacak. Bu üç sene mi, 60 sene sonra mıdır bilmiyorum. Samimi bir umudum ve beklentim var.
Suriyeliler sınırlara dayanabilir. Sınırları açalım mı, açmayalım mı? Şurada iki ev dolaşsak biri sınırları açalım, diğeri açmayalım diyecek. İnsanımız Suriyelileri nasıl görüyor?
Ağırlıklı olarak toplum Suriye’den bir toplum ithal ettiğimizin, Suriyelilerin kendi kültürleriyle, doktorlarıyla, aşçılarıyla, işsizleriyle, eğitimsizleriyle Suriyeli toplumun Türkiye’ye geldiklerinin farkında değil. Sanıyorlar ki sadece Suriyelilerin yoksulları geldi, sadece Esad’dan kaçan Sünni siyasi muhalifler geldi. Ve yine sanıyor ki Suriye’de savaş bitince bu insanlar geri dönecek. İki zan da yanlış. Gelenlerin içinde eğitimliler de var, çok eğitimsizleri de var. Son derece kentli, Ulus’ta oturanlara taş çıkartacak nitelikte insanları da var. İkincisi olarak, hayır geri dönmeyecekler. Tabi ki dönenleri de olacak; 4 milyon içinde 300-400 bin kişi... Nasıl Almanya’ya gidip de kültürel olarak Almanlaşmaya direndiği halde Almanya’da yaşayan insanlar var. Hukuk var, nizam var, ekonomik düzen var. Emeklilik maaşı var, yaşlılık aylığı var. Hastaneye gidildiğinde insan yerine konmak var. Kaldırımları temiz yollarda yürümek var. Yoksa muhafazakârlığını ve Türklüğünü korumaya çalışan o insanlar neden geri dönmüyor emekli olduklarında? Çünkü Türkiye’de var olan hayat koşullarından daha iyi bir hayat koşulunda yaşıyor. Aynı şey Suriyeliler için de geçerli. Türkiye’deki gündelik hayat Suriye’dekine göre daha iyi. Nasıl bizim insanımızın gözünde ‘batı’ - tabii siyasi olarak söz etmiyorum - ‘medeni hayat’ ifade ediyorsa; Suriyeli için de Türkiye öyle. Tabii ki gitmeyecek. Her şeyden önce bunu kabullenmemiz lazım. Bir dönem bütün bu kutuplaşmalar, şovenleşmeler, siyasi gerilimlerin içinden bakınca bir kesimde Kürtlere dönük, bir kesimde muhafazakârlara dönük, bir kesimde “Bu köylüler, eğitimsizler, cahiller, şehirleri bastı. Şehirler işgal altında. Havaalanları işgal altında, Ayy havaalanına bir gittim…” diyenler şimdi de bir ‘nesne’ olarak Suriyelilere bakıyor. Bunlar çok vicdan dışı bakışlar. Burada sorun, devletin de bu konudaki tercihlerini kamuoyuna doğru dürüst anlatmamış olmasında. Suriye politikamızın elbette vicdani bir tarafı var, hepimizin gözü önünde yaşandı yaşananlar. Biliyoruz ki siyasi tercihlerdeki hatalar da var. Ben doğrusunu söylemek gerekirse vicdani tercihler bakımından hükümetin yanındayım. Ama Suriye politikasında bin tane hata yapıldığı da açık. Meseleyi Suriyelilerden bağımsız tuttuğumuzda… Onun için Suriye meselesiyle Suriyelilere bakışı birbirinden ayırmamız lazım.
SON SÖZ
Bu ülkenin geleceğine güvenin. Mehteran yürüyüşünü bizim icat etmiş olmamızın bir anlamı var diye bir tezim var. Yani bandoyu Almanlar, ötekini Fransızlar icat etmiş ama Mehteran bizim. Türkiye insanı binlerce yıldır hep fırlama, yükselme peşinde. 16 devlet kurduk. Mehteran yürüyüşü insanımızın DNA’larında var. Kendini buna adapte etmiş. Türkiye insanı bir adımlık hareket ediyor. Öyle varsayıldığı gibi en yoksul adam akşam bir avanak balinayı oltayla vurma hayali kuruyor. Ama hesabını ona göre yapmıyor. Hep bir adımlık hareket ediyor; ileri doğru da geri doğru da… Hep temkinli. 28 Şubat, Marmara Depremi, 2001 ve 2000 Krizleri nasıl bir dört yıl yaşadı bu ülke? Dibe vurdu. Ama bir sene sonra büyüme oranları dünya çapında ses getirdi. Bütün hayat değişti. Bugün de ben Türkiye’nin o dört yıllık travma gibi, her şey bitti yeniden bir şey yapmamız lazım diyerek bir silkinişe hazırlandığı kanaatine sahip. Değişim konusunda bir kanaati, bir kararı var. Türk insanı değişimin önderini, söylemini, özünü, sözünü, yüzünü arıyor. Değişimin sözünü bulsa bir ayda halledecek. Çok samimi kanaatim.