‘Casus Çocuk’ta tamamıyla bir arkadaşının kurbanı olan delikanlının istemeye istemeye bir ‘casus’a dönüştüğünü görüyoruz.
Stenne, harçlığını biraz daha arttırma uğruna belki de birçok Fransız askerinin ölümüne sebep olacak bir taarruz haberini iletmek zorunda kalan bir casusa dönüşüyor. Arkadaşı ise onun hissettiği vicdan azabını zerre kadar hissetmemektedir. Daha küçük yaşlardan çocukların nasıl farklı yollar izleyebileceklerinin bir göstergesi bu. Stenne ise aslında cebinde çil çil paraların melodik nağmeleriyle evine döndüğünde paraların şarkısı yüreğini kavurmaktadır çünkü bilek gücüyle kazanmadığını yüreğinin derinliklerinde acıyla hissetmektedir. Nitekim sonunda dayanamayıp da konuyu babasına açtığında babası ömründe belki de en hızlı kararını verecek ve oğluna kızmadan-hayıflanmadan tüfeğini kaptığı gibi savaşa gidecek ve bir nevi oğlunun cehaletten/yanlış arkadaşlar edinmekten doğan vatan hainliğini kendi canıyla ödeyecektir. Bir daha babasından haber alınmaz. Belki babası savaşa katıldığında oğlunun dönülmez/affedilemez hatanın borcunu eve dönemeyeceğini bilerek ödemek için kendini feda etmiştir. Bir nevi o baba oğlunun yaşama devam edebilmesi için ’intihar’ etmiştir. Tabii öyle bir duruma düşen çocuk babası da gelmeyince ne hisseder onu tahmin etmek bile çok zor. Yani bu hikâyede okuyucunun kalbi üç kez sıkışıyor: Stenne vatan haini olduğunu idrak ettiğinde; babası evi birden terk ettiğinde ve çocuğun babasının bir daha dönmeyeceğinin ayrımına vardığı anda (bu kısım okuyucunun hayal gücüne bırakılmış).
Diğer hikâyede ise asker olan bir oğulun devam etmekte olan Fransa-Prusya Savaşı’na vatani görevini icra etmek üzerine katılmasına rağmen zorluklardan yılıp firar ederek eve dönmesi sonucu anne-baba arasında yaşanan ‘sessiz savaş’ sonrasında babanın aldığı çok radikal kararı okuyoruz. Oğlunun savaş süregelirken eve dönmesinden o kadar etkileniyor ki, sabaha kadar evin içinde dört dönüyor ve sabaha iki büyük karar almış olarak oğlunun karşısına çıkıyor.
Önce oğluna önündeki beş senenin yazgısını açıklıyor. Mademki askerden kaçmış ve dönmeye niyeti yok (zaten dönse bile ciddi bir şekilde cezalandırılacağına şüphe yok-sonu idam bile olabilir) o halde eve girdiği andan itibaren yeni ve büyük sorumluluğuyla oğlunu tanıştırıyor. Evin erkeği olma sorumluluğu. Onu evlerinin altındaki atölyeye getirerek anahtarı ona uzatıyor ve artık evin tüm maddi sorumluluğunun onun omuzlarına yüklendiğini açıklıyor. Biz okuyucu olarak şöyle bir ambale oluyoruz. Hani beklerdik ki bağırsın çağırsın hatta sert mizacına bağlı olarak icabında elini bile kaldırsın oğluna karşı. İşi ona devredeceğini düşünemedik bir anda. Peki, ama niye? Askerden firar edene iş mi teslim edilir bu şekilde birdenbire...
Sonra babanın tüm gece beyninden geçen duyguların sonucunu fark ediyoruz arkadan gelen satırlarla. Baba işi oğluna teslim ederek hiçbir itiraz ve yorum kabul etmeksizin gidip askere yazılıyor. Artık o beş senelik bir askerdir. Mademki oğlu askerden firar etmiştir ve savaşa gitmeyi reddetmiştir, babası devralır oğlunun vatani sorumluluğunu. Bir takas yapmışlardır. İşe karşı vatani görev!
Baba oğlunu aslında o kadar sevmektedir ki, ailesinin üzerine düşecek olan ‘utancı’ kendi omuzlarına almıştır. Bu olgun yaşında oğlunun yerine o savaşacaktır, tüfek çanta taşıyacaktır, zor şartlarda yaşam mücadelesi verecektir. Oğlu da eve bakacak, işi devam ettirecek ve babasının onun için yaptığı fedakârlığı her gün iliklerinde hissedecek ve babasının sağlığı için endişe içinde Tanrıya dua edecektir. Aslında babası oğluna çok zor bir görev vermiştir: ‘Babası için endişelenme görevi’.
Aynı yazardan iki ‘babalık’ öyküsü… İkisi de damardan etkiliyor. Hani kalbinizi kontrol ettirmek için sizi ‘Efor’ testine sokarlar ya hastanelerde! Alın size iki tane ‘Efor’ hikâyesi. İkisinde de ‘Babalık’ı hissediyorsunuz...