“Hayatta nasıl kalabildim? Bir insan eğer felaketin içindeyse yaşamak ister. Var olma savaşı verir. Bazı insanlar der ki olacak olan ne varsa yaşanır. Hayır, kendin için savaşman gerekir, hem de günbegün. Bazı insanlar bunu önemsemezler ve şöyle derler; ‘Ben artık yaşamak istemiyorum. Zaten her şey aynı, değişen bir şey yok, her şeyin canı cehenneme. Ben ise her gün aynı şeyi düşünüyordum. Ben yaşamak istiyorum’. Bir insan tüm benliğiyle ve isteyerek bir umuda asılırsa, son dakikaya kadar bunu becerebilir. Bir Holokost kurtulanı olan Solomon Radasky’nin zorlu yaşamını, azmini ve başına gelenleri kaleme aldık. İki bölüm halinde yayınlayacağımız bu dokunaklı öykünün bu hafta ilk bölümü…
Ben Varşova’lıyım. Şehrin çaprazında konumlanan, Vistula Nehrinin kıyısında yaşıyordum. Orada çok güzel bir hayatım vardı. Kürk manto imalatı yaptığım güzel bir dükkânım vardı. Varşova’da bir bayram olduğu zaman, bizler için tatil günü demekti. Bütün dükkânlar kapanır, herkes sinagoglara giderdi.
Holokost yıllarında 78 kişilik koskoca sülalemden, hayatta kalan tek kişiyim. Biz altı kardeştik. Babam Jacob Radasky, annem Toby, erkek kardeşlerim Moishe ve Baruh, kız kardeşlerim Sara, Rivka ve Lea idiler. Hepsi öldürüldü.
Annem ve büyük ablam, 1941 yılında, ocak ayının son haftasında öldürüldüler. 1941 yılının kışı çok soğuk geçiyordu. Sürekli kar yağıyordu. Bir sabah Alman askerleri ve Yahudi bir polis (Judenratt) beni yolda yakaladılar. Diğer birçok adamla beraber, demiryolu raylarında öbeklenen karları kürememiz için bizi işe zorladılar. Görevimiz, trenlerin rayların üzerinde rahatça gitmelerini sağlamaktı.
O akşam gettoya geri döndüğümde, annemi ve ablamı evde kanlar içinde buldum. İkisi de ölmüştü. Almanlar, Judenratt’dan ellerinde bulunan kürkleri ve ziynet eşyalarını teslim etmelerini istiyordu. Gettoya bu amaçla geldiklerinde, annemden kürk ve mücevher istediler. O, evde hiçbir şey olmadığını söyleyince onu ve ablamı oracıkta öldürdüler.
Nisan 1942’de babam öldürüldü. Gettonun duvarının dışında duran küçük çocuklardan ekmek satın almak üzereydi. Küçük Polonyalı çocuklar, getto duvarının dibine gelir, ekmek, patates ve lahana satarlardı. Duvarın üzerindeki gediklerden getirdiklerini uzatır ve paralarını alırlardı. Yahudi bir polis babamın ekmek satın aldığını görüp, Alman askerine gösterince, asker babamı sırtından vurarak öldürdü.
Toplu olarak yapılan nakiller, Temmuz 1942’de başlamıştı. Diğer erkek ve kız kardeşlerim Treblinka’ya gönderildi ve orada katledildi. Böylece çekirdek ailem tamamen yok oldu.
Kürkçü olduğum için, gettodaki Tobben’in dükkânında çalışıyordum. Orada, Alman ordusu için kuzu yününden ceket imal ediyorduk. Bunlar kısa ceketlerdi. Günümüzde bunlara ‘Eisenhower Ceketi’ deniyor. Orada öğle yemeği için çorba ve ekmek verirlerdi. Akşamüstleri de tekrardan kahve ve ekmek verirlerdi. Eğer dükkâna Polonyalı birileri gelirse, onlarla mal karşılığı, yiyecek takas ediyorduk. Onlara birkaç pamuklu fanila verip, karşılığında, birkaç salam dilimi, ekmek veya çorba yapmak için patates alıyorduk. Ama bu durumumuz ne zamana kadar böyle sürecekti?
Bir gün gettoda yeniden seçmelere girişildi ve beni dükkândan attılar. Şanslıydım çünkü etraftaki Polonyalılar, işimde çok usta olduğumu anlattıkları için, beni serbest bırakıp, işime geri gönderdiler. Yerime başkalarını tutuklayıp götürdüler. Bir gün arkadaşlarımdan birisi, kız kardeşlerimden birinin Shultz’un dükkânında çalıştığını söyledi. Onu kendi gözlerimle görmek istiyordum ama bu dükkân gettodan 3 kilometre uzaktaydı. Oraya nasıl gidebilirdim? Yahudi bir polis, bana bir Alman askeri ayarlayacağını, benim oraya kadar onunla gidip, geri dönebileceğimi söyledi. Bu bana 500 Zloti’ye mal olacaktı. Aslında bu çok paraydı ama ben kabul ettim.
Varşova Gettosu isyanı
Bir Alman askeri, ellerimi kelepçeledi ve bir mahkûm aracına bindirip beni istediğim yere götürdü. Shultz’un dükkânına gittiğimiz zaman orada kız kardeşimi bulamadım. Geriye döndük ama bu sefer de gettoya giremedim. Gettonun tüm çevresi Alman askerleri tarafından kuşatılmıştı. Ertesi sabah 19 Nisan 1943’tü. O gün Varşova Gettosu İsyanı başlamıştı.
1 Mayıs 1943 tarihinde, sağ ayak bileğimden vuruldum. Kurşun etin içine girmişti, kemik tamamen sağlamdı. O yüzden bacağımı kaybetmedim. Bir toplama kampına nakledilmiştim. Treblinka Kampı, günde sadece 10 bin kişi kabul ediyordu. Oysa biz 20 bin kişiydik. Bizim treni ikiye böldüler. Böylece biz Majdanek Kampına gönderildik. Burası da bir ölüm kampıydı.
Majdanek’de yaşam savaşı
Majdanek’te kıyafetlerimizi aldılar ve çizgili kaba kumaştan formalar verdiler. Ayakkabılarımız da tahtadandı. Beni 21 numaralı barakaya gönderdiler. Yatağıma uzandığım anda, yanıma yaşlı bir adam yaklaştı ve nasıl olduğumu sordu. Sonra, kendisinin doktor olduğunu ve bana yardım edebileceğini söyledi. Eskiden Paris’te doktorluk yapıyormuş. Cebinden küçük bir çakı çıkardı ve ayak bileğimi orada ameliyat etti. Bu güne kadar kafamı kurcalar, doktor o çakıyı acaba kampa nasıl sokabilmişti? Ameliyatla kurşunu çıkardı ama bana ne pansuman yapabildi, ne de bir ilaç verebildi. Çünkü oralarda öyle bir şey yoktu.
“Daha fazla yapabileceğim bir şey yok. Çünkü malzeme yok. Ama işediğin zaman, eğer çişini yaranın üzerine sürersen bu, seni iyileştirir. Çünkü idrarımızın içinde, tedavi edici antiseptik kimyasallar vardır” dedi.
Çalışmaya gittiğimiz yer, 3 kilometre uzaktaydı. O yolu kat ederken topallamamak için azami çaba sarf ediyordum. Eğer sırayı bozacak olursam hemen fark edilirdim. Majdanek’de her gün bir hiç uğruna idam edilen insanlar vardı. Öldürülmek an meselesiydi. Bundan nasıl kurtulduğumu hiç bilemiyorum. Tanrı herhalde bana yardım ediyordu, şanslıydım.
Sabah yoklamalarında tahta ayakkabılarımız ayağımızda olurdu. Ama kampın dışına çıkınca, ayakkabılarımızı bir iple bağlayıp omuzumuza asmak zorundaydık. O yolu çıplak ayak yürütürlerdi. Yolda giderken, küçük taş parçaları ayak derimizi çizer ve kanatırdı. Yolda hep kanlı ayak izlerimiz kalırdı. Çalıştığımız alanlar hep pislik içinde olan yerlerdi. Birkaç gün geçince, insanların ayakları mikrop kapar ve yürüyemez hale gelirlerdi. Teker teker yere düşerlerdi. Askerler yanlarına gelerek onlara ateş eder ve öldürürlerdi. Bizler, dönüş yolunda bu cesetleri taşıyıp kampa geri götürmek zorundaydık. O gün işe eğer bin kişi çıkmışsa, dönüşte ölü veya diri o bin kişi geri dönmek zorundaydı.
Bir gün yoklama sırasındayken, sıranın arkalarında duran bir adam sigara içiyordu. Aşırı sigara tiryakisi olanlar, arada bir buldukları bir kâğıt parçasını dürüp ağızlarına tutturup, kâğıdın ucunu yakarlardı. Dumanı içlerine çekebilmek onları an olarak mutlu ederdi. Alman bir yüzbaşı yanımıza yaklaştı. Siyah doru bir ata binmişti. Atın tam alnında beyaz bir leke vardı. Uzun bacakları da bembeyazdı. At gerçekten çok güzeldi. Yüzbaşının elinde bir kamçı vardı. Bu adam bir canavardı. Gün daha yeni ağarıyordu. Güneş daha doğru dürüst yükselmemişti bile. Ama o uzaktan sigara dumanını fark etmişti.
Yüzbaşı bize tepeden bakarak, sigarayı kimin içtiğini sordu. Hiç kimsenin sesi çıkmadı. “Hemen gidip 10 köpek öldüreceğim” dedi ve devam etti “Sadece üç dakikanız var.” Bize köpek diyordu, çünkü elindeki listede hepimiz sadece numaralarımızla kayıtlıydık. Benim numaram 993’tü. Birbirimize baktık ama kimsenin sesi çıkmadı. Binbaşı kamçısıyla önden iki sırayı ayırdı. Bu iki sırada, beşer kişiden on kişi vardı. Bu on kişinin içindeydim. Tek kaşını kaldırarak sordu:
“Kim birinci olmak istiyor? Giden öne çıksın, karşıki sıranın üzerine çıksın ve ipi boynuna geçirsin” dedi. Ben ilk sıradaki ilk kişiydim. Banka çıktım ve ipi boynuma geçirdim. Binbaşı birdenbire herkesi kamçılamaya başladı. Sinirden titriyordu. Kafamı o kadar kamçıladı ki, başımdan kanlar süzülmeye başladı. Tam o sırada Majdanek Kampına gelen bir Alman asker, onları başka bir kampta çalıştırmak amacıyla, 750 kişilik üç grup oluşturmaya ve oraya nakletmeye gelmişti. Ben ikinci grup için seçilmiştim. Bu asker, Lublin’deki merkez ofisinde oluşturulan listelerle bizim kampa gelmişti. O sırada asker bizim olduğumuz alana geldi. Ben darağacında, boynumda iple kanlar içindeydim. Olanları görünce bağırmaya başladı:
“Halt, halt! Burada neler oluyor?” Yüzbaşı, “Bir köpek sigara içiyordu ama bana kim olduğunu söylemediler. Bu yüzden şimdi on tane köpek asacağım” dedi.
“Hangi köpekler? Elimde bu insanları nakletme emri var. Hepsinin adı bu listede var. Yani anlayacağın, yanımda ölü köpekleri götüremem. Bana onların canlısı lazım.” Asker yanımıza gelip, ipi boynumdan çıkardı. Her şey birkaç saniye içinde olmuştu. Asker azıcık daha geç gelseydi artık hayatta olmayacaktım. Asker arkama bir tekme atarak beni sırama geri yolladı. Sonra hepimizi yanına katarak demiryoluna doğru sürdü. Bizi bir trene soktu. Orada bir bütün gün bekledik. Ertesi sabah o trenle Majdanek’i terk ettik. Orada tam 9 hafta kalmıştım. Bu trende ise iki gece bir gün boyunca yemeksiz ve susuz yolculuk ettik. Majdenek’te kaldığım dokuz hafta boyunca, ne formamı değiştirdim, ne de yıkandım. Her tarafımız bit kaynıyordu. Birçoğumuz açlıktan ölüyordu.
Auschwitz’e getirildik
Sonunda tren durdu. Aşağı inince Auschwitz Kampına getirildiğimizi gördük. Burada bir seçme yapılıyordu. Bazılarımızı makineli tüfekler eşliğinde tarlalara doğru götürdüler. Onları gaz odasına götürmemişlerdi. Az sonra yoğun makineli tüfek sesleri gelmeye başladı.
Beni ayırdılar ve koluma dövme yapıldı. 128232 numaralı mahkûm oldum. Bu numaraları tek tek yan yana toplarsanız,18’e tekabül eder. İbrani alfabesinde harfler sağdan sola doğru yazılır. 18 sayısı İbranice ‘hay’ kelimesinden oluşur. ‘Hay’ın anlamı yaşamdır. Damgalandıktan sonra bana yemek için patates verdiler. Önce - Buna- adlı kampa gönderildim. Karantina döneminden sonra demiryolu inşaatlarında çalışmaya başladım. Oradaki kapo bir caniydi. Ben kısa boyluydum. Kapo her uzun boylu birinin yanına kısa boylu birini koyuyordu ve 50 kiloluk demir parçalarını taşıtıyordu. Birlikte çalıştığım uzun boylu adam yürürken dizlerini bükmek zorunda kalıyordu.
Bir keresinde ben yere düştüm ve kalkamadım. Kapo bağırmaya ve bana vurmaya başladı. Ardından beni karşıya doğru itti. Bu da bir seçimdi. Oraya doğru itilenler, tamamen soyunup sabaha kadar ayakta durmak zorundaydı. Ertesi sabah üzerinde kızıl haç olan bir kamyon geldi ve bizi üst üste bir tepe oluşturana kadar kamyona fırlattılar. Biz artık gaz odasına götürüldüğümüzü sanıyorduk. Onun yerine bizi Auschwitz 1’e götürdüler. Polonyalı bir adam bir binadan çıkarak yanımıza geldi. Bize numaralarımızı göstermemizi istedi. Ben 128232 dedim. Kâğıda baktı ve adımı sordu. Ben de “Szlama Radonsky” dedim. Bu Polonyalı adımdı ve telaffuzu Yahudi isimlerine benzemiyordu. Nereli olduğumu sorunca “Varşova” dedim. “Ne zamandan beri oralıydın?” sorusuna “Ben orada büyüdüm” cevabını verdim. Ömrümde duymadığım bir biçimde sövmeye başladı. Beni sıradan dışarıya itti ve köşeye koydu. “Burada bekle” dedi. Sonra örtünmem için bir battaniye getirdi. Donuyordum. Onun için beni bir barakaya soktu. Yere yatmıştım. Neler olduğunu ve ne düşüneceğimi bilemiyordum. Yanıma genç bir delikanlı yaklaştı ve “Seni tanıyorum” dedi. “Sen kimsin?” diye sordum. Adının Erlich olduğunu ve Majdanek’ten tanıdığını söyledi. Ona bu barakanın neresi olduğunu sordum. 20. blok olduğunu ve hastane olduğunu söyledi. “Burası çok kötü bir yerdir. Dr. Mengele haftada iki kere gelerek seçmeler yapar. Burada kalırsan neler olduğuna tanık olacaksın” dedi. Pazartesi gününden beri tek bir lokma yememiştim. Bana ekmek verdi.
Erlich beş haftadan beridir buradaydı. Benimle aynen o da Majdanek’ten Auschwitz’e getirilmişti. Hastanedeki iki doktor onun büyükbabasını tanıyorlardı. Çünkü büyükbabası Krakow’daki Yahudilerin gizlenmelerine yardım ediyordu. SS, Krakow’a girdiği zaman, gizlenen Yahudileri bulup öldürdükten sonra bu iki doktoru da Auschwitz’e göndermişlerdi.
Devam edecek…