Geçtiğimiz hafta sonu, bir toplantı vesilesiyle New York’taydım. Toplantının ana konuşmacısı Nokia’nın Yönetim Kurulu Başkanı Risto Siilasmaa idi. ‘Devasa Değişim’ adını verdiği konuşmasında Nokia’nın yaşadığı mecburi değişim ve alınması gereken derslerden bahsetti.
153 yıllık bir tarihe sahip Nokia, kâğıt fabrikası olarak başlayan operasyonuna ilerleyen dönemde plastik, kablo, araba lastiği gibi birçok alanda faaliyet gösterdi, 90’lı yılların başında telekom altyapısı, teknoloji geliştirme gibi alanlara yoğunlaştı ve GSM olarak bilinen günümüz mobil iletişim teknolojilerinin standartlarının belirlenmesinde kilit bir rol oynadı.
Finlandiya kökenli Nokia, kariyerinin zirvesi olan 2000’li yılların başında Finlandiya’nın toplam ihracatının yüzde 21’ini tek başına gerçekleştiriyor, ülkenin toplam GSMH’sinin yüzde 4’ünü oluşturuyordu. Finlandiya’daki tüm şirketlerin toplan kârının yüzde 80’i Nokia tarafında gerçekleştiriliyordu.
Nokia’daki görevinden önce F-Secure adlı bilgi güvenliği firmasının kurucusu olan Risto’nun sözleri şöyleydi: “Nokia sayesinde tekrar Fin olmanın gururunu yaşıyordum.”
2007 senesine gelindiğinde mobil iletişim alanındaki önemli gelişme, Nokia’nın kaderinde önemli bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyordu. Apple’ın iPhone’u duyurması her ne kadar 2007 yılında olmuş olsa da 2000’li yılların başından itibaren iPod ile yakaladığı başarının Nokia tarafında yeterince endişe yaratmamış olması kaçınılmaz sonun gelmesine neden olmuştu. 2000-2004 yıllarını Nokia, piyasaya çıkaracağı müzik çaların radyolu mu, radyosuz mu olması tartışmaları ile harcarken, 2006 yılında piyasaya ilk kez sürdüğü 770 model numaralı tableti ile aslında yeni bir segmenti duyuruyor, ama zamanından erken şekilde ve altyapısı olmadan piyasaya girmiş olmanın cezasını çekiyordu.
Türkçe’ye ‘Başarı/Zafer Sarhoşluğu’ olarak çevrilebilecek ‘Toxicity of Success’, yaşananların en önemli sebebi olarak sunuldu 2012 yılında Nokia’nın dümenine geçen Risto tarafından…
Nokia’nın akıllı telefon pazarını ıskalaması ilk değildi. Öncesinde, başta Amerika olmak üzere tüm dünyayı kasıp kavuran katlanan telefon (flip-phone) furyası ve özellikle Hindistan’da çok yüksek talep gören çift SIM kartlı telefonlar Nokia yönetim ekibin ıskaladığı fırsatlardı.
Tüm bu fırsatların kaçırılmasında yatan en önemli nedenler pazara üstten bakma, pazarın Nokia ne yaparsa yapsın koşulsuz olarak takip edeceğine olan inanç ve rakiplerini genel olarak küçümseme hali sayılabilirdi.
Aynı zamanda, mevcut iş ilişkilerinin ve oluşan iş modelinin yeni iş modelleri ve paradigma değişimleri esnasında sektördeki lider konumdaki şirketlerin manevra kabiliyetlerini kısıtladığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor.
Örnek vermek gerekirse; 2000’li yılların başında mobil iletişim alanında söz sahibi olanlar telekom operatörleri idi. Tüketicinin fazla bir söz hakkı olmadığı gibi, telefon üreticilerinin tüketici isteklerini ön plana alması veya direkt iletişime geçmesi teklif dahi edilemezdi. Bu yıllarda Nokia Club adı verdikleri ve tüketicilerin operatör bağımsız olarak üye olarak zil sesleri ve oyunlar indirebildikleri uygulama dükkânı operatörler tarafından çok büyük tepki toplamıştı.
Böyle bir ortamda, operatörlerle hiçbir geçmiş iş ilişkisi bulunmaması Google ve Apple gibi oyuncuları avantajlı duruma getirmişti.
Değişim rüzgarları
2012 yılına gelindiğinde, 2007’den o tarihe kadar yapılmış olan tüm reaksiyonlar geri tepmiş ve tüketicinin nabzını tutmayı unutan, bilmeyen Nokia’nın pazar değeri 1,5 milyar dolar seviyesine kadar gerilemişti. O tarihte, portföyündeki patentlerin değerinin dahi daha fazla olduğu düşünülen bu hasta adamı toparlamak için önemli bir kültür değişikliği gerekiyordu.
2012-2013 yıllarında yönetim kurulu toplamda 130’dan fazla toplantı gerçekleştirmiş. Bu boyda bir firmanın ortalama 2-3 ayda bir toplanan, yaz aylarında da ara veren bir yönetim kurulu olduğunu düşünüldüğünde Nokia’da değişime liderlik etmesi için kolları sıvayan ve şirket üst yönetimi gibi çalışan bir yönetim kurulu oluşturulmuş.
Temelde üç soruya odaklanmışlar:
λ Doğru konulara odaklanıyor muyuz?
Uyumluluk, yatırımcı ilişkileri, medya ilişkileri, analist yorumları, eğer şirket içinde çalışanların ve iş ortaklarının taleplerinden daha fazla konuşulmaya başlanmışsa dikkat, tehlike geliyor demektir.
λ Konulara zamanında ve doğru şekilde odaklanıyor muyuz?
Şirket içinde olan biten, özellikle iyi olmayan haberler yukarıya ulaşıyor mu? Üst yönetime kötü haber getiren çalışanlara nasıl yaklaşılıyor? Herhangi bir konu ile alakalı farklı senaryolara göre çoklu planlar hazırlanıyor mu? Bilinen tüm kuralları yıkmak mümkün olabilir mi? Yasal olduğu sürece tüm iş modellerini en azından konuşabilecek bir ortam var mı?
λ Saygı çerçevesinde, konumundan bağımsız olarak herkesin görüşü sorgulanabiliyor mu?
Şirket içindeki hiyerarşide üstünüzün üstü ile ne kadar rahat konuşabiliyorsunuz?
Aynı zamanda hem iyimser hem de paranoyak olmanın bir dengesini bulmak içinde yaşadığımız dönemin en önemli gerekliliklerinden biri.
Değişim, giderek hızlanıyor ve hiçbir şeye yetişmek mümkün değil diye hayıflanmak yerine, bundan sonra değişim hiçbir zaman bugünkü kadar yavaş olmayacak diye düşünerek hareket etmek birtakım kararsızlıkların önüne geçmekte yardımcı olabilir.
Denemeler yapmak, Ar-Ge harcamalarından ödün vermemek, yatırım fonu kurarak girişimlere destek vermek ve riski dağıtmaya çalışmak sektöründeki lider konumda olan kurumlar için sektörü koklamak için ve ekosistemi desteklemek için en önemli seçenekler olarak gözüküyor.
Yaklaşım değişmeli
Eskiden ‘No news is good news’ denirdi – yani yeni haber yoksa bu iyi haberdir.
Paranoyak iyimserlik içinse bu yaklaşımı biraz değiştirmek gerekiyor; ‘No news is bad news, Bad news is good news and Good news is no news!’ – yeni haber yoksa bu kötü haberdir, kötü haber varsa bu iyi haberdir, iyi haber varsa bu haber yok demektir…
Not: Aradan geçen altı yıllık dönemde Nokia çehre değiştirip eski şaşaalı günlerinden uzak olsa da şirket değerinde 20 kata varan bir artış, kârlılıkta da önemli iyileştirmeler yakalayarak yeniden telekom sektöründe önemli oyunculardan biri haline geldi.
Yaşanan ticaret savaşlarında ABD’de Çinli şirketlerin yatırım yapmasına olumlu bakılmazken, Avrupa’da Amerikan altyapı firmalarına karşı tepki varken, Finlandiya gibi süper güç olma iddiası bulunmayan bir ülkenin bir şirketinin beklenmedik başarılar kazanması şaşırtıcı olmasa gerek…