Avukat Özlem Zengin, Cumhurbaşkanı Baş Danışmanlığı, İstanbul milletvekilliği yaptı. Şimdi ise AK Parti Tokat Milletvekili ve TBMM Grup Başkanvekili. Ciddi anlamda önemli başarılar ve müthiş bir kariyer. İdeallerini gerçekleştirme konusundaki azmini, kararlılığını onu tanıdıktan sonra daha çok anlıyorum.
Aynı yaşlardayız; büyüdüğümüz yıllarda ve Türkiye’nin karışık dönemeçlerinde hep birbirimize teğet geçmişiz. Bazen sevinmiş bazense çok üzülmüşüz; kadınlarımıza, zorluklarımıza… Birbirimizi belki tanımamışız, tanıma şansı bulamamışız ama o kadar çok benziyoruz ki birbirimize, zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. TBMM’deki odasının başköşesinde Atatürk resmi, hemen solundaysa beni müthiş etkileyen bir Ayet-i Kerime var. Şöyle yazıyor:
"Ve ma tevfîkî illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb"
"...Başarım ancak Allah'tandır, O'na güvendim; O'na yöneliyorum." (11:88)
Tevazu sahibi, imanlı ve müthiş çalışkan Av. Özlem Zengin ile sohbetimize başlıyoruz.
“KADINA ŞİDDETİ ORTAK KARARLARLA ÇÖZERİZ”
Kadın olduğumuz için kadınlarla ilgili konularla başlamak istiyorum. Her an bir ölüm, her an bir felaket var. Bunu maalesef Ortaçağ’daki cadı avına benzetiyorum. Kadınların Ortaçağ’da doğurganlıkları anlaşılabilir bir şey olmadığı için ve içinden bir canlı çıktığı için ve biraz da eğer o kadın gölgede kalıyor; insanların içine karışmıyorsa ‘cadı’dır diyerek öldürülüyormuş. Kadınlar kendi kimliklerine, işlerine, hayatlarına, özgürlüklerine sahip olmak istiyor; eşlerinden boşanmak isteyen, hayatlarını dönüştürmek isteyen kadınlar için de sorun işte burada başlıyor. Nasıl çözülür?
Kadınlar ile ilgili meseleleri konuşmak aslında çok zor çünkü Türkiye’de meseleleri konuşurken gerçeklerden ziyade ‘kalıplarla’ konuşuluyor. O zaman maalesef çözümü, sorunu tahlil etmeyi, analiz etmeyi kaçırıyorsunuz. Asıl mesele o kavgada nerede durduğunuz oluyor. Ben bu konuda sadece fikir yürütenlerden değilim. Siyasetten önce de çok uzun yıllardır bu konuyla ilgili bir medya menbsubu ve avukat olarak çalışıyorum. Arkadaşlarımla bazı fikirleri erken düşündüğümüz için kaçırdığımız da olmuştur. 2001’de AK Parti henüz kurulmamışken üç kadın arkadaş İstanbul’da, İstanbul Kadın Aile Araştırma Merkezi diye bir yer kurmuştuk. Merkez için bir tek ücretsiz salon bulamamıştık ki meseleyi anlatalım. Gayretlerimizle yurtdışında -Amerika’da, Fransa’da Le Monde’da - haber olmuştuk. Şimdi, tırnak içerisinde ‘kadınlar üzerinde konuşmak, program yapmak’ adeta rutin oldu. Türkiye’nin her yerinden, dünyadan merkezimize telefonlar gelirdi. Şimdi düşünüyorum da kadınların problemleriyle ilgili bugün işittiğim problemlerle geçmişte işittiğim problemler arasında hiç bir fark yok. Daha eskiye gideyim. Hukuk Fakültesinde 2. sınıfta ceza özel dersimiz vardı. Derste hayatın içerisinden pratik yapmak bakımından gerçek olaylar ve bunlar hakkında verilmiş kararlar incelenirdi. Daha 19 yaşımdayken onları okurken anlama zorluğu çekerdim, failin dört yaşındaki çocuğa ‘ırza tasaddi’ fiilini işlemesi vakıasını okuduğumda idrak etmekte tarifsiz zorlanırdım. “Nasıl olabilir?” diye. Bunları 1987’de okuyordum. Öncelikle bilmemiz lazım ki Türkiye ve dünyada kadına dair problemlerde bir çeşitlenme, çoğalma olduğunu düşünmüyorum. O zaman da mağdurlar, bu problemler üzerinde çalışan insanlar vardı. Bunların anlatılmasında, kamuoyu önüne çıkmasında zorluklar vardı. Bu olaylarla ilgili artı olarak söyleyebileceğim yegâne şey; artık insanlar böyle bir meseleyle karşılaştıkları zaman bunu anlatmak konusunda özgüven kazandı. Dün bir hakim arkadaşım bana 28 yaşında tecavüze uğramış bir erkek vakıası anlattı. Bir çocuktan ya da delikanlıdan bahsetmiyoruz; 28 yaşında yetişkin bir erkekten söz ediyoruz. O kadar dramatik şeyler var ki hayatın içinde ve bunlar uzaklar da değil. Gençken hayatın içinde okumaya, duymaya görmeye dayanamadığımız bu felaketlerin uzaklarda, başka mahallelerde olduğunu zannederdim. Sonra öğrendim ki bunlar yanıbaşımızda, üst komşumuz yapıyor, alttaki komşumuz yapıyor, karşı apartmanda selamlaştığımız her gün gördüğümüz kişi yapıyor. Her hayat tarzından insan yapıyor ve her insanın başına gelebiliyor ya da gelme ihtimali var. Bu meselenin geçmişten bugüne ve geleceğe doğru var olduğunu gördüğümüz zaman birbirimizi suçlamak yerine bir çözüm bulmak bakımından ortak bir yerde buluşabiliriz. Bunlar konuşulurken suç atfediliyor: “Senin hayat tarzın daha iyi; benim hayat tarzım daha iyi.” Bu problemleri “Benim hayat tarzım doğurmuyor ama senin ki doğuruyor” kavgasına dönüyor. Oysaki bütün hayatların içerisinde bunların olma ihtimali var ve gördüğüm, okuduğum, hukuken takip ettiğim vakıalar bana bunu söylüyor, teyid ediyor.
“AK PARTİ KADINLARA ÖZGÜVEN KAZANDIRDI”
Acaba burada bir zihniyet değişikliğine mi ihtiyaç var? Toplum önderi olarak gördüğüm kişiler mesela mahallenin imamı, okulun öğretmeni, bu konuda birşeyler yapamaz mı?
Buradan sonra ne yapabiliriz? Ben bu konuyu safhalara ayırıyorum. İlk olarak, mevcut olan olayların iyileşmesi ile ilgili olarak ne yapacağız? Yapanların cezalandırılması ile ilgili ne yapacağız? Ve devamında da bunların tekerrür etmemesi için, artmaması, sayının azalması için ne yapacağız? Hukuken konu somutlaştığı andan itibaren işiniz kolaylaşıyor. İnsanlar meselesini hukuka taşıdıkları andan itibaren kamuoyunda çok büyük bir duyarlılık var artık. Görüyorsunuz, bakanlıklar davalara müdahil oluyor, sivil toplum örgütleri devreye giriyor. İnsanlar bu konuyu sahipleniyor, suçu işleyenin en ağır cezayı alması için toplum, medya seferber oluyor. Bizim aslında aradığınız cevap bunun gelecekte olmaması için ne yapacağımız. Başka çocukların, başka kadınların başına gelmesin diye ne yapabiliriz? Bununla ilgili olarak aslında sizin dediğiniz gibi herkese sorumluluk düşüyor. Yoldan geçerken bir adamın kadına bağırdığını, ona tokat attığını görüyor, fakat “siz” hiçbir şey yapmıyorsanız, burada bir sorun var demektir. Çözüm… Evde otururken alt komşunuzun karısına bağırdığını duyuyor, ona zarar verdiğini tahmin ediyorsanız polise, savcıya gitmek bile değil, belki onun kapısını çalmak o an çözüm olabilir. Öğretmenseniz, bir çocuğun yüzündeki hüznü tahlil etmeye çalışmak olabilir. Bu çocuk niye zayıflıyor? Niye hüzünlü? İşinizi yapmak sadece sayıları, harfleri tahtaya yazmak değil. O çocuğun gündelik hayatında her şeyin yolunda gidip gitmediğini aramaya çalışmak da işinizin bir parçası… Eğer siz imamsanız sadece namaz kıldırmak, o cemaate güzel ahlakın ne olduğundan söz etmek değil; yaşayarak örnek teşkil etmek. Bunların her biri aslında baktığımızda bir bütün, bir ‘ekosistem’. Bu ekosistem içerisinde ancak hep beraber birbirimizi suçlamadan iyi edebiliriz. Siyaset yaparken bile… Kadın ve çocuk meselesi birbirimize sarılarak, kenetlenerek ortaklaşa rahat çözebileceğimiz bir mesele. Başka türlü çözülebileceğini düşünmüyorum. Sıfırlanamaz belki ama en düşük seviyeye getirmek ortak akılla olabilir.
Şunu da hassaten söylemeliyim ki Türkiye’de AK Parti kadınlara müthiş bir özgüven getirdi. AK Parti’nin hikâyesi ile kadınların hikâyesi kader ortaklığı yaptı ve kadınlar AK Parti’yi inşa ederken AK Parti de kadınları dönüştürdü. AK Parti’yle, kadınların hayatındaki öncelik sıralaması değişti. Kendi hayatlarına ve memeleket meselesine sahip çıkmaya başladı. Eğitim, meslek sahibi olmak, kendi hikâyesini yazmak öncelikli hale geldi. Bu sadece para kazanmakla alakalı değil, karar verici olmak istediler. Hayatına, çocuğuna, eşine dair karar vermek aslında Türkiye’nin meselelerine dair karar vermek, siyaset yapmak anlamına geliyor.
Hayatında bunlara öncelik vermek ve devamına baktığınız zaman da ‘hayatına sahip çıkmak’ da korkulacak bir şey yok. Özgürleşen kadın başını alıp gitmez, özgür kadın eşine, çoluğuna çocuğuna çok daha sahip çıkar.
Üniversite yıllarında örtünen arkadaşlarımıza yapılanlar çok ayıptı, utanç vericiydi…
Türkiye’de kadınların bu kadar ağır bir yaradan ruhen çok sağlam bir şekilde çıktığını görüyorum. Öfke yok, öcalma hali yok, “Bana bunu yaptın, ben de sana aynısını yapacağım” demek yok. Terörize olmak yok. Bize hep sorarlardı, “Başınızı ana-babanız mı yoksa erkek arkadaşınız, nişanlınız mı kapattırıryor? İranlılar mı?” O zaman üniversite yıllarında ithamlar vardı, oysa biz şöyle cevap verirdik: “Biz Allah Rızası için ve sadece böyle inandığımız için başımızı örtüyoruz.” Bugün görüyorum ki o iman için bunu yapmazsınız mümkün değil bugünlere gelemezdik, dehşet öfkeniz olurdu. Oysaki hukuk içinde kalarak sakince, itidalle, sabırla bir çözüm geldi.
AK PARTİ ‘DİŞİL’ BİR KELİMEDİR
Aslında çok kötü bir süreç çok iyi bir şeye kapı açtı. Bu beklenir bir şeydi ama üniversite yıllarından hatırlıyorum çok acımasız davranışlar görüldü.
En son oğluma yaptığım bir konuşmaya atıfla söyleyeyim: “Evladım insanlar hep mutluluktan bahseder sanki başarı sadece mutlulukla beraber, onlar paydaşmış gibi anlatılır. Bana sorarsan, eğer varsa ben başarımı yaralarıma borçluyum. Eğer yaralarım, acılarım olmasaydı bunlar olmazdı” dedim. Hayatta sıkıntılar olmadan mümkün değil iyi günler gelmiyor. Türkiye’de siyasal anlamda kadınlar için başarı var mı? Evet var. AK Parti inşasında kadınların çok büyük rolü var. Hatta Kadın Kolları Kongresinde söylemiştim; açılış konuşmasında Divan Başkanı’ydım. “Arapça’da, Fransızca’da kelimelerin erili - dişili var, Türkçe’de yok böyle bir şey. Ama eğer olsaydı AK Parti dişil bir kelime olurdu.” Çünkü hakikaten herşeyiyle çok dişil, inşası öyle, anlatımı öyle, aktarımı öyle… En çok dönüşen ve dönüştüren kitle kadınlar yani. AK Parti kadınların hayatını muazzam bir şekilde dönüştürdü; o dönüşen kadınlar da Türkiye’nin hayatını değiştirdi. Dönüştürdüler ve çok büyük bir yarayı aslında hep beraber iyi etmiş olduk. Böyle bir problem kalmadı, size bunu yapanlar da aleni olarak özür dilemedi ama bu işin aksini savunamaz hale geldiler. Ben çok azında mahcubiyeti görüyorum. Geriye sadece gerçek bir helalleşme kaldı denebilir belki de…
Aslında pek sevmiyoruz bu işi, hata yaptığını kabullenmek kadar insanı rahatlatan bir şey olamaz.
Helalleşmek aslında iyi bir şey; bunun özü aslında ‘affetmek’, birinin hatasını söylemesi, diğerinin de “Seni affediyorum” diyerek helalleşmesi. Konuya dair bir helalleşmenin aslında yapılmadığını düşünüyorum. Günün sonunda ‘kadınlar’ buradan geçti ve kadın hareketi bambaşka bir yere gitti. Ve tabi şunu da görüyorum, kadınlar aslında çok dinamik Türkiye’de, başka talepleri, istekleri var. İşte bunlarla beraber bir bütün olarak kadın meselesini konuşmak gerekiyor. Sadece yaralar üzerinden konuşmayı sıkıntılı buluyorum. Şubat ayında Birleşmiş Milletler’de bir toplantıya davet edilmiştim. Orada yaptığı konuşmada da aynı şeyi söyledim. Kadın meselesinde hastalıklı, marazlı yaralar üzerinden, kötü şeyler üzerinden konuşmayı bizim açımızdan faydasız buluyorum. Konuşmayalım değil ama hepsini konuşalım. Bu ülkede çok iyi şeyler oluyor. Kız çocuklarının okula gitmeme oranı neredeyse sıfırlandı. Kızlarımız üniversite sınavında daha başarılı oluyor. Kadın - erkek tıp doktorlarımızın oranı aynı; öğretmenlikte kız çocuklarının oranı 2,5 kat fazla. Problemlerin iyi tarafını görmek bize problemleri çözme konusunda faydalı olacak. Mecliste AK Parti 53 kadın milletvekiliyle en yüksek kadın oranına sahip. Hep marazlı konuşmak bizi aşağı çekiyor, iyi işleri de konuşalım. Negatif anlatımlar üzerinden gitmek hiç farkında olmadan dinlemeye dahi tahammül edemediğimiz olayların yaşanabilir, katlanılabilir olduğu hissiyatına zemin hazırlıyor. Maalesef…
Bu konuların cezalandırılması hakkında kamuoyunca ciddi bir beklenti; insanın içi soğumuyor…
Televizyon programı yaptığım dönemde, depremden sonra bir grup Florya’daki tesislere yerleştirilmişti. Orada zihinsel engelli bir kıza tecavüz edilmişti. Bakın hiçbir şey maalesef değişmiyor. O zaman mütedeyyin kanallarda bunları konuşmak çok zordu. Ben o babayı konuk ettim, babanın anlatımını hatırlıyorum. “Bu nasıl bir vicdansızlık, benim çocuğum hem engelli hem de bu olay olduğunda regl dönemindeydi” dedi. O kadar etkilendim ki... Ekranda mütedeyyin bir baba bunu söylemişti ağlayarak. Bir hafta sonra bunu yapanın oradaki güvenlik görevlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Ceza aldı ama aradan bu kadar zaman geçmiş, söylerken bile insanın zihni, kafası almıyor, almıyor, almıyor! Hangi ceza o babayı iyi edebilir? Bence bu imkânsız. Bize düşen o cezayı en yüksek şekilde almasını sağlamak. İnanır mısınız, o gün yayında ve sonrasında yüzlerce telefon geldi; insanlar başlarına gelen olayları anlattı. Bunları anlatmak çok zor. Şu anda insanların en azından başlarına bir şey geldiğinde gidecek yerleri var. Sonuçta bu ızdırapları iyi etmek için hukuk dışında gidecek başka bir yer yok! Hukuk, hukuk, hukuk…
Genel Yayın Yönetmeniniz İvo Molinas geçtiğimiz haftalarda bir yazı yazmış, Amerika’daki Anayasa Mahkemesi Başkanının taciz olayı ile ilgili. Eğer hayatınızda bir şey varsa, başkası o olayı bilsin bilmesin, bu sizi takip ediyor ve üzerinizde karanlık bir perde olarak kalmaya devam ediyor. Siz belki iki oyla seçilebilirsiniz ama üzerinizde o karanlık kalmaya devam ediyor. Burada bize düşen şey, bu meselede aynı yerde durmak yerine problemleri çözme ve çözümü ‘yara’dan’ daha çok konuşmak ve konuya dair daha çok çalışmak.
Bir konu daha var: Gençlik. Türkiye’de 32 yaş altı 19 milyon seçmenin yarısı “Hiçbir siyasi tercim yok” diyor. Bu insanların yarıya yakını üniversiteyi kazanamadığı için üniversiteye gidemiyor; iş bulamadığı için çalışamıyor. Uzaklaşma var siyasetten. Belki bu dünyada var olan bir trend. ‘Siyaset bizim hiçbir sonumuzu çözmeyecek’ diye düşünüyor. Bunun için de insanlar kendilerine bir yol çıkış bulamıyor. Bir çaresizlik duygusu var insanlarda. Biraz ürkütüyor da bu siyasetin gerilimli yapısı; her ülkede belki böyle ama Türkiye de biraz fazla gerilimli.
Türkiye’de siyaset dünya uygulamalarındaki örneklere göre farklı bir hacme sahip. Mesela dünyanın herhangi bir ülkesinde bir gazete açalım - Hollanda’da ya da Amerika’da - hiçbirinde Türkiye’de olduğu kadar çok siyaset haberi yoktur. Silivri’nin bir köyünde çapa yapan teyzenin bana HSYK ile ilgili soru sorduğunu hatırlıyorum. Silivri’de bunu takip ediyor! Tokat’ta Ramazan ayında seçim kampanyasında evleri ziyaret ettiğinizde teyzelerin hepsi bir gece evvel televizyonda hangi tartışma, hangi konuşma olmuş hepsini biliyor; hepsini izlemişler. Türkiye’de insanlarımız için siyaset çok önemli çünkü problemlerini, yaralarını siyasetle çözmüş. Türkçe ezan okunmuş; bunu ne çözmüş? Siyaset! Başörtüsü konusunu kim çözmüş? Siyaset. Darbe olmuş, 1980 darbesi, darbenin yarattığı siyasi krizden nasıl çıkmış? Siyaset. Türkiye’de siyaset, bence müthiş bir çözüm arayışı. Şimdi buna sevinmemiz lazım bence hepsi bu çözümü siyasette aramışlar. Çünkü gidecek bir yer yok. Meclise salı günleri neredeyse 6-7 bin ziyaretçi geliyor; düşünün neden böyle? Burası vatandaş için bir çözüm yeri… Sorunlar karşısında eylem yapalım, terörize olalım falan demiyor insanlar; ne yapalım? Parti kuralım, gidelim o partide çalışalım, ben partimin meselesini anlatayım, oy isteyeyim… Böyle bir gayret var ve bu kıymetli bir şey.
AK Parti’de 30 yaş altı 2 milyon üye var. CHP’nin toplam üye sayısından daha fazla. Rakamlara bakarsak gençlerin alakası azımsanamayacak durumda. Elbette bir kısmı siyasete alaka duymayacak. Ancak günün sonunda seçimlerde oy verme oranı, Türkiye tarihinin en yüksek oranına ulaştı. Demek ki bu gençler ne kadar kızarlarsa kızsın siyaseti, sandığı önemsiyor, oy kullanıyorlar. Oy kullanma eğiliminiz varsa siyasetle bağınızı koparmamışsınız demektir. Örneğin, Amerika’da katılım oranı son seçimlerde çok düşüktü. Burada seçime yüzde 87,5 oranında insan götürüyorsanız sizin siyasetle bağınız devam ediyor demektir.
Ben hayatta itirazı önemseyen biriyim; gençlerin itirazını, ‘ama’sını çok kıymetli buluyorum. Gençler eğer itiraz ediyorsa itirazlarını dinlemek gerekli. Cumhurbaşkanı başdanışmanı iken sayısız üniversitede konuşmaya gittim, oralarda da bunu hayata geçirmeye çalıştım. İstediklerini söylesinler, sorabilsinler. Hatta bir gün bir başörtülü kızımız, “Başörtüsünden çok bahsediyorsunuz, ben rahatsız oldum” dedi. Ben de, “Genç arkadaşım, evladım, benim gibi insanlar çok başörtüsünden bahsettiği için sen buradasın, çok değil hatta bence az bahsettiğimizi düşünüyorum” dedim. Karşılıklı itirazlaştık :))
“KARİYERİMİ OĞULLARIMLA BERABER İNŞA ETTİM”
Sizin de evlatlarınız var. Annelik mi zor, siyaset mi?
Üç oğlum var. Büyük oğullarım ikiz ve 27 yaşındalar. Biri endüstri mühendisi, diğeri makine mühendisi. Bir oğlum da tıp okudu; hepsi de bitirdiler.
Bu kadar ağır bir çalışma temposu içinde...
Çok zor tabi ama annelere bir tiyo verebilirim: Hiç bakıcım olmadı, üç çocuğumu da tek başıma büyüttüm. İlk altı yıl hiç çalışmadım. Neredeyse üçüz denecek derecede yaşları yakın çocuklarıma benden başka hiç kimse bakamazdı. Kendiniz bakarsınız ileriye dönük çok büyük artıları oluyor. Çocuklarınıza belli bir düzen veriyorsunuz; çocukla anne arasında tabi bir uyum oluşuyor. Onlar sizin tarzınızı yakalıyor. Mesela benim bazı titizliklerim vardır; çocuklardan başka hiç kimse tam anlayamaz. Ben de her birinin huyunu, tabiyatını biliyorum. Sonrasında çocuk artık düzene, sisteme girince konu çözülüyor. Çalışmaya başladığımda onlar da her işlerini kendileri yaptı, bu onların da başarısı. Birlikte yaptık; onlar da beni yormadı, ben de elimden geldiğince onlara özgürlük yolu açmaya çalıştım. Anne-baba olmanın en zor tarafı çocuklarımızın büyüdüğünü kabul etmek. Ve onların gitmelerine müsaade etmek. Gitmekten kast ettiğim evden gitmek değil; onların büyüdüğünü kabullenmek zor. Hatırlıyorum eskiden çocuklarımla karşıdan karşıya geçemezdim; aynı anda üçünün elini tutma şansım yoktu. Bir elimle ikisini tutar, ötekini kucağıma alırdım. Bu kadar çok çocuklarla hareket ederken birdenbire hiçbirinin olmadığı bir düzene geçmek çok zor. Ama bunu adım adım kabulleniyor, öğreniyorsunuz.
Çok ciddi emek vermişsiniz. İstanbul Kadın Kolları Başkanlığı her şeyin dışında başlı başına bir olay…
Yaptığım katma değeri en yüksek iş nedir diye sorarsanız, Kadın Kolları Başkanlığı derim. Çok zor bir iş milletvekilliği ile kıyaslanamaz. Hele İstanbul Kadın Kolu Başkanlığı çok zor.
“YEREL SEÇİMLERDE HEDEFİMİZ: DAHA ÇOK KADIN ADAY”
Yerel Seçimelerde AK Parti’de daha çok kadın görecek miyiz? Belediye başkanı adayı ya da meclis üyeliği adaylığı ile ilgili...
Ben yerel seçimleri çok önemsiyorum. Zira daha çok kadına mesleğine, eğitimine, yaşına bakmaksızın alan açıyor. Siyaset hakikaten kadınlara yeni bir varoluş alanı açıyor. AK Parti Kadın Kolları siyasetin anlatıcısı olmaktan öte hayatı dönüşen ve dönüştüren kadınların hikâyesiyle dolu. Mesela İstanbul’da meclis üyeliğinden belediye başkan yardımcılığından gelen birçok kadın arkadaşımız var. Komisyonlarda başkan oldular ve bu neyi getiriyor aynı zamanda bunu görmemiz lazım. Bu arkadaşımız parti binasına gidiyor, toplantı idare ediyor, ilçe meclisini idare ediyor, karar veriyor ve evden çıkarken de eşine diyor ki “Akşam toplantım var, meclise gidiyorum, yemeği filan bir yapıver, çocuğu okuldan al lütfen.” Aslında siyasetin rolleri ne kadar değiştirdiğini görebilirsiniz.
Yerel seçimlerde belediye başkan adaylıklarında kadınları görebilecek miyiz?
Uğraşıyoruz. AK Parti Genel Kadın Kolları Başkanımız Selva Çam da ekip arkadaşlarıyla beraber çalışıyor. Adaylarımız hep oldu. Şu an da var mesela Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin. İlçe belediye başkanlarımız da var. Tabi sayının artması lazım. Kazanacak yerlerden kadın adaylarımız olsun diye elimizden geleni yapıyoruz, yapacağız. Ancak hiç kolay değil, kadınlarımızın da gayret sarfetmesi lazım, ilçesinin de bunu talep etmesi lazım. Cumhurbaşkanımız hep söylüyor ama bu sefer daha çok altını çizdi. Sadece partinin oyu değil diyor Cumhurbaşkanımız; adayın kendisinin bilinirliği olsun, partinin üstünde gücü olsun diyor; artık böyle insanlar çıksın diyor. İllaki kadınlar, “Ben burada aday yapılmalıyım” dememeli; sen de kadın olarak bir güç bir alan oluştur, erkeklerle rekabet et, rekabette bir adım öne çıkmak için evet biz kadınlar da destek verelim. O yarışa, o tempoya da talip olmak lazım.
TOPLUMUMUZ BİR BÜTÜNDÜR; İYİ GÜNDE, KÖTÜ GÜNDE…
Türkiye’de üç farklı grup var; Mütedeyyinler, kendini modern diye tanımlayanlar ve Kürtler. Kürtlerle ilgili konular nasıl düzelir? Zor ve büyük bir soru...
Tanımınıza itiraz edeceğim, ben öyle bir kategorik ayrım görmüyorum. Kürtlerle problem de görmüyorum. AK Parti, Kürt seçmenden en yüksek oyu alan partidir. Eğer bugün iktidarsak bu vakte kadar Kürt seçmenin de oyunu alarak buralara geldik. O yüzden bence mesele Türkiye’de bir kimliğe bir etnisiteye ait bir mesele değil bizim yaşadığımız problemlere baktığınızda geçmişten gelen başörtüsü meselesi... Özellikle 1980 darbesinden sonra kimlik üzerinden Türkiye’de bir grup insanın yaşadığı sıkıntılara baktığınızda aynı aklın ürününün aynı hasarı açtığını görüyoruz. Nedir o? Tek tip bir yaşam tarzı dayatılması; her şeyin – kılıkta, kıyafette, düşünmede, konuşmada – tek tip olması. Kelimeler bile cezalandırılmıştı. Siz çocuğunuza istediğiniz ismi koyamıyorsunuz mesela… Tokat’ta dedem köyde yaşardı; köylerin adları hep değiştirilmişti. Alışkanlık, hala eski adını söylerler. AK Parti’nin en önemli meselesi kendisi de yaralarla bugüne gelen bir parti olduğu için ‘yaraları iyi edelim, yeni yaralar da açmayalım’ idi.
Şimdilerde bölgeye de çok yoğun gidip geliyorum; üniversitelere, ev hanımlarının toplantılarına baktığım zaman; tek bir sorun var: Terör. Türkiye’de terör üreten yapılar var; üretim yeri de yerli falan değil. Bu yapıların uygulayıcıları burada belki ama başka yerlerde çalışılmış bir terör var; hesaplı, kitaplı. Bugün niçin Suriye’de PYD ya da YPG adları sürekli değişiyor, kimlikleri aynı kalıyor? Bu terör yapıları normalleştirilmeye, siyasi bir forma dönüştürülmeye çalışılıyor. Yaşanan bütün bu problemlere rağmen ben Türkiye’de tabanda bir yarılma görmüyorum. Çünkü herkes her yerde yaşıyor. Kürt kardeşlerimiz batıda da yaşıyor. Hiçbir sınırlama yok. Alevi arkadaşlarımız her yerde… Tokat’ta dolaşıyorum öylesi bir çeşitlilik var ki... Camisi olan Alevi köyü var, Cemevi olan Alevi köyü var, Sünni Türkmen göçmen köyleri var. Toplumda temelde bir yarılma olmaksızın iç içe bir hayat var. Ama Türkiye’de bir grup siyaset üreticisi var ki tabanda bir yarılma var havası vererek bunlar üzerinden siyaset yapmak istiyorlar.
Bunu görmek için hayatın sıradan işlerine bakmak. Lazım örneğin düğünlere gidiyorum. Hayatları çok tezat gibi olanlar birbirlerinden kız alıp veriyor; her türlü renklilik var. Tatile gidiyorsunuz birbirinden çok farklı insanlar eğleniyor. Bir yemeğe gidiyorsunuz, pek çok farklı profilden insan var; alkol alan var, almayan var. Kendi gençlik yıllarımla kıyasladığımda bir ayrışma değil, tam tersi, bütünleşme görüyorum. Üniversitede başörtülü olmadığım dönemde, bir başka başörtülü arkadaşımla AKM’ye sinema izlemeye gitmiştik; bir Fransız filmi. İzlerken bir anda ekranda çok ilginç bir sahne belirdi. O sırada arkadan bir grup arkadan, “Çelişki, çelişki, çelişki” diye bağırmıştı. Biz cevap verdik, “Sana mı soracağız hangi görüntüyü izleyeceğimizi?”
İnsan değil miyiz biz de orada, insani bir şey izliyoruz ne var bunda?
Mesela üniversitede derslerde, hocalarımızın sorularına devamlı cevap verirdim, konuşurdum. O zaman da derlerdi ki “Bu kız yeterince dindar değil.” Böyle de bir şey vardı. Şimdi bunların hiçbiri kalmadı; kızlar artık çok özgür.
“GELECEK GÜZEL OLACAK, ORTAKLIKLARIMIZ BİZİ YAKINLAŞTIRIYOR”
Son bir soru, geleceğin Türkiyesini nasıl görüyorsunuz?
Ben her zaman iyimserim. Karamsar değilim, çok ümitvarım. Bütün o siyasetçilerin içerden ve dışardan Türkiye’ye ayırmak, bölmek, tefrika etmek isteyen insanların aksine ben hayatlarımızın aslında tartışmalı olacak kadar birbirine benzediğini düşünüyorum.
Biz sizle o kadar çok birbirimize benziyoruz ki...
Ben her zaman iyimserim. Karamsar değilim çok ümitvarım. Bütün o siyasetçilerin, içerden ve dışardan Türkiye’yi ayırmak, bölmek, tefrika etmek isteyen bütün o insanların aksine ben hayatlarımızın aslında tartışmalı olacak kadar birbirine benzediğini düşünüyorum.
Bu sadece iyi gün benzerliği de değil, kötü günlerde de benziyoruz. Uzun dönem avukatlık yaptığım için aile hukuku ile ilgili meselelere bakıyorum. O kadar farklı hayatlar o kadar aynı dertleri yaşıyorlar ki. Bu bize aslında düşünme sistematiğimizin aynı olduğunu gösteriyor. Onu siyasi literatüre aktarmadan gündelik hayatın içerisinde yeme içme, oturma, hayal etme beklentilerimiz o kadar birbiriyle aynı hale gelmiş ki toplumumuzda Türkiye’yle ilgili geleceğe dair en ufak bir kötümserliğim yok. Sıkıntılar olabilir. Mesela 15 Temmuz gecesi Ankara’daydım. Öyle bir sıkıntılı günden, geceden sabaha çıktı ki. O yüzden ümitli olmak en tabi hakkımız diye düşünüyorum.
Burada asıl mesele, hangi siyasi partiden olursak olalım, Türkiye’nin ortak problemlerinde beraber olalım. Çözüm yollarımız farklı olabilir ancak adını beraber koyalım. Bu kadın meselesinde de böyle, terör meselesinde de böyle. Dünyadan Türkiye’ye yöneltilen bir tehdit var. Bilerek Türkiye aslında özellikle sıkıştırılmak isteniyor, direncimizde birlik olalım. Ama üreteceğimiz farklı çözüm yolları bizim siyasetimiz olsun. Problemlerin adını beraber koyalım. Bu bize güç verecektir diye düşünüyorum.
Cumhurbaşkanımızla birlikte çalışmanın en iyi yanlarından biri dünyanın birçok yerine gitmek oldu. Gidip gördüğüm yerlerde ne olursa olsun ülkemizin çok dinamik çok başka bir enerjisi var. İnsanımız bir başka güzel. Seçim çalışmalarına bayılıyorum. Tokat’ta köylerden birinde arabayla gittiğimizde, köy girişinde, bastonlarıyla üç yaşlı nine karşıladı bizi. Yolun başında oturuyorlardı. Bizi görünce ninelerden biri bastonunu yere vurdu. Müthiş bir özgüven var o teyzelerde... En marka kıyafetleri giyen hanımlarda o hava yok. Teyze dönüp bana, “Kimsin çocuğum, nereden geliyorsun?” diye sordu. “Teyzecim ben Özlem, AK Parti’nin Tokat’tan milletvekili adayıyım” dedim. Teyze 85 yaşında, koynundan cep telefonu çıkardı, kimi aradıysa döndü dedi ki; “Kızım Tayyipgiller gelmiş!” Köy meydanına gittim. Teyzenin aradığı kalabalık köy meydanında toplanmış. Elime seyyar mikrofonu aldım ve dedim ki; “Girişte teyzeler beni karşıladı ama ben onlar gibi bir tanımlama yapamam. Öyle güzel bir şey söyledi ki, dedim işte ben Tayyipgillerdenim. Sizden iki şey için oy istiyorum; hem Tayyip Erdoğan için hem de Tayyipgiller için. Yani AK Parti için oyunuzu istiyorum. Teyzelerde o feraset, o meseleyi anlama, sadelik, o zekâ pırıltısını gördüm. Hangi araştırmacı bu cümleyi kurabilir ki…
Kariyeriniz nasıl şekillendi?
13 yıl İstanbul’da fasılasız çalıştım. Üç dönem yönetim kurulu üyeliği yaptım, bunun on yılını Medya Tanıtım Grup Başkanı olarak geçirdim. Sonra üç yıl İstanbul Kadın Kolu Başkanlığı yaptım. Sonrasında milletvekili, ardında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı oldum. Sonra Tokat’tan milletvekili oldum.
Mecliste ilgili bir şey söyleyeyim. Burası içinde nefes aldıkça kıymetini daha derin idrak ettiğiniz tarihi bir mekân. Üniversitede bir hocamız vardı; Vecdi Aral, hukuk felsefesi hocasıydı. Üniversitelerimizde felsefe, sosyoloji dersleri pek sevilmez, angarya gibi görünürdü. Bense derslerini hiç kaçırmazdım. Uslubunu, anlatımını ve dersin mantığını çok severdim. Sınıfta derse karşı alakayla ilgili bir azalma olursa veya bir çalkantı olursa sakin bir sesle, “Lütfen kendinize ehemmiyet veriniz” derdi. ‘Bana’ değil, ‘kendinize ehemmiyet veriniz’. Bu hal üzre Meclis’e baktığımda, Genel Kurul’a indiğimde, koridorlarında dolaştığımda aslında Türkiye’nin resmini görüyorum. Herkes orada, herkesin söz söyleme hakkı var. Bu çatı altında bunu söylemeyi kendime bir farz biliyorum. Burada gerçek bir demokrasi var, bunun bir şans olduğunu bilip Türkiye demokrasisine ‘ehemmiyet’ vermemiz lazım.
Türkiye çok önemli bir şey atlattı. 15 Temmuz gecesini atlattı bu Meclis, hasarlı yerlerine rağmen dimdik ayakta. Size orayı göstereceğim. Daha çok katılımlı bir meclis aritmetiği ile şu anda meclisimizde Türkiye tarihinde şimdiye kadar olmayan çok sayıda siyasi partinin katılımı var. Herkes kalkıyor söz alıyor, fikrini ifade ediyor; bazen tartışıyoruz, demokrasi böyle bir şey. Bunlara sahip çıkmak sadece AK Parti’nin işi değil, hepimizin işi. Bence son sorunuzun cevabı işte burada.
Eğer bu mecliste çoğulculuğa, demokrasiye hep beraber sahip çıkarsak, iktidarıyla muhalefetiyle, işte o zaman problemler çözülecek. Türk insanı çözüm siyasette diyor. Mecliste diyor. Teröre yüz vermiyor, “Yeter artık!” diyor. Çocuğuma dokunma, evime, işime dokunma… “Siyaset görünümlü terör yapısı içinde olursan ona da geçit vermeyeceğim. Ben yokum” diyor. O kadar akıllı, feraset sahibi bir ülke insanı var ki o yüzden ben ne bu ülke insanını, ne Türkiye’yi, ne de siyaseti küçümseyen tahkir eden, değersizleştiren hiçbir ifadeye tahammül edemiyorum. Ben siyaseti çok değerli bir çözüm aracı olduğunu düşünüyorum. Meclisin de bu anlamda Türkiye için çok büyük bir şans olduğunu görüyorum.