Cam kırıkları saçılmış kaldırımların üstüne… Az ötede yakılan kitaplardan gökyüzüne doğru uzanan alevlerin kıvrımları, derin yaralar bırakarak giriyor insanların kalplerine… Kitaplarla aynı kaderi paylaşan evlerin, işyerlerinin, alev tepeleri haline gelmiş sinagogların pencerelerinden sağa sola saldıran oklar misali fışkıran kardeşleri, buluşarak yansıyor, cam kırıklarının üstüne.
Cam kırıkları parlıyor ölüm dansının en güzel örneklerini veren alevlerin altında. Başka ne yapsınlar ki? Onlar kendilerine biçilen mütevazı görevi yerine getirmenin telaşı içinde, insanlarla alay edercesine, parlıyorlar… Bu denli ihtişam dolu bir görüntünün böylesine gaddar, böylesine acımasız sonuçlara neden olması haksızlık diye düşünüyor insan. Bu basit bir yangın değil. Bu vicdanı dağlayan, insandaki güzeli, iyiyi yerle bir eden, adaleti, özgürlüğü, kardeşliği bir çırpıda yok eden bir vahşet. Etrafı kaplayan duman karabasan gibi çökerken yaşlı Avrupa’nın üzerine, ‘Yahudi’ olan her şeyi yutarken, iyiden iyiye hayatın içine girecek bir duygu, ‘çaresizlik’, alenileşiyor. Birileri kinin, nefretin, bağnazlığın pençesinde canavarlaşırken, önyargının, düşmanlığın vurduğu diğerleri – veya ötekiler – hızla tecrit ediliyor toplumun genelinden. Gündelik yaşamda, yok etmek anlamsızca taçlandırılıyor, bir zevke, bir statüye dönüşüyor…
9 Kasım 1938… Nice düşünürü, sanat ve bilim adamını yetiştirmiş Alman toprakları Kristallnacht’a tanık oluyor… Ve acımasız bir süreç başlıyor… Tüm Almanya geneline yayılan olaylar, Şansölyeliğin Hitler’e verildiği Ocak 1933 itibarı ile ülkeye dalga dalga vuran Yahudi düşmanlığının yeni bir etabını oluşturuyor.
Boykotlarla başlayan ekonomik tecrit, sonrasında Yahudilerin toplum dışına itilmesi ile devam eden sosyal tecrit… 1935 Eylül’ünde ilan edilen ırkçı yasalarla, Yahudi düşmanlığının hukuki bir zemine oturtulması ile girilen yeni dönemeç!
Buna paralel, Versailles Anlaşmasının yeni bir ordu kurulmasına engel olan maddelerinin gizliden gizliye yok sayılması ile temeli yeniden atılan ordu ve donanmanın ayak sesleri… Avrupa’daki Almanca konuşan halkların tek bayrak altında toplanması fikri… Önce Avusturya’nın, sonra Südet Bölgesinin ilhakı…
Irk ve güç eksenlerine oturtulmuş Nasyonal Sosyalist ideoloji hem ulusal hem de uluslararası planda kazanımlarını perçinlerken, Führer bir yanda parti içi muhaliflerini yok etmiş, öte yanda, içinde büyüttüğü nefreti, toplumun dokusuna giderek artan şekilde nüfuz ettirir olmuştu. Birinci savaştaki hezimetin sorumlusu, Bolşevik düşmanın motor gücü Yahudiler bu nefretin, kinin odak noktasıydı…
1938 yılının 9 Kasım gecesi Yahudilere ve Yahudi sinagoglarına, iş yerlerine, kurumlarına yapılan saldırılar, daha önce benzeri olmayan bir durumdu…
Avusturya’nın ilhakı sonrasında istenmeyen Yahudiler Macaristan sınırına doğru sürülürler. Südet bölgesinin ilhakı sonrası aynı senaryo tekrarlanır ve buradaki Yahudiler, Çek Cumhuriyetinden arta kalan bölgeye sürülürler. Naziler, Ekim 1938’de kendilerine yeni bir hedef bulurlar. Birçoğu senelerdir Almanya sınırları içinde yaşayan, Polonya vatandaşı Yahudiler…
Almanlar bunları kendi topraklarında istemiyordu ancak Polonya hükümeti de, vatandaşı olan bu insanlara sınırlarını açmıyor, yoğun bir mülteci akınından çekiniyordu. Kısa bir dönem içinde, kapılarına yüklenen yaklaşık 17 bin insanı karşılayacak ne durumu ne de isteği vardı. İki ülkenin sınırında, derme çatma kurdukları kamplarda zor bir hayat onları bekliyordu.
Ostjuden, doğu Yahudileri uzun zamandır Nazi Almanya’sının şimşeklerini üstüne çekiyordu. Alman vatandaşı Yahudiler de, ülkelerinde artan antisemitizmin nedenini bunların kalabalık oluşlarına, ‘aydınlanmadan’ nasiplerini almamış olmalarına, Alman yaşantısına yabancı olmalarına bağlıyorlardı.
Polonya asıllı Yahudilerin sürülmeleri, tarihlerinde birçok örneği olmasına karşın, yüzyılın başından bu yana yaşanmış bir olay değildi.
Josef Broniatowski, sınıra sürülen Yahudilerden biriydi. Kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Kasım 1938 başı olduğu belli mektubunda, çocuklarına, başına gelenleri anlatır (Jewish Response to Persecution 1933 – 1938):
“Sevgili oğullarım, size Katowice’den bir telgraf yolladık. Bu Alman barbarlar bizleri yerimizden ettiler. Kendimizi Chestochowa’da bulduk. Bakın neler olup bitti…
28 Ekim sabaha karşı köyün polis memuru gelip bizi uyandırdı. Elinde bir yazı, hemen toplanıp evimizi boşaltmamız gerektiğini söyledi. Bizi Polonya’ya geri gönderme kararı alınmış. Yanımıza bir şeyler almak için vaktimiz yoktu. Kasaba meydanına bir gittik ki herkes orada… 75 kişi kadar vardık. Yaşlılar, 1 yaşında bebekler… Büyükbaba ve büyükanne de oradaydı. Moritz Amca çocukları ile, ve Marcus Amca… Herkes toplanmıştı. Gecenin ayazında orada sabahladık. Daha sonra bizi otobüslerle tren istasyonuna götürdüler. Orada diğer kasabalardan gelenlerle karşılaştık. Sonra da bizi özel bir trene koydular. Açtık, susuzduk. Trenimiz Dresden’e vardığında orada Leipzig’den gelen, insan dolu iki trenin bizi beklediğini gördük. Nihayet barbar Nazilerin gözetiminde uzun bir yolculuktan sonra Beuthen’e (Yukarı Silezya – Polonya sınırı) vardık. Burada, savaştan beri görmediğim bir gaddarlıkla karşılaştık. Binlerce kişi gecenin yarısında, sert rüzgârın altında, trenlerden çıkartıldık ve açıkta, dondurucu soğukta bekletildik. Yaşlılar, birkaç haftalık bebekler! Etrafımız SS haydutları ile sarılıydı. Sonra yürümeye başladık. Sınıra doğru gidiyorduk sanırım. Arkalardan silah sesleri ve bağrışlar geliyordu. SS’ler düşenleri vuruyorlardı. Korkunç bir geceydi.
Sınırı geçtikten sonra bu sefer Polonya askerleri bize doğru koşmaya başladılar. Bizi geri, Almanlara doğru itmek istiyorlardı. Bir oraya bir buraya zorlanıyorduk. Nihayet sabaha karşı kendimizi yeniden Alman toprağında bulduk. Tekrardan sınıra yürümeye başladık. Neden sonra, gece geçtiğimiz sınırın asıl sınır olmadığını, buranın bir tampon bölge olduğunu anladık. Katowiçe’den olanları takip eden Yahudiler bize yiyecek ve içecek getirdiler. Bebeklere süt getirdiler. Yaşlılarımıza kalacak yer gösterdiler. Ertesi gün, yola çıkışımızdan iki gün sonra Katowice’ye varmıştık. Buradan da trenle Chestochowa’ya!
Korkunç saatler geçirdik. Bunu unutmak mümkün değil. Bu Alman kültür hırsızlarının bize neler yaptıklarını hep anlatacağız. Mektupta yazdıklarını herkese anlat. Olup biteni bilsinler. Ancak lütfen adlarımızı yazmayın. Etrafta çok Nazi ajanı var.
Sevgilerimizi yolluyorum. Babanız…”
Herschel Grynszpan, ailesi aynı insanlık dışı felakete maruz kalan bir gençti. Polonya sınırına yığılmış binlerce Yahudi’nin durumuna dikkat çekmek, Nazi antisemitizmini protesto etmek için Almanya’nın Paris Elçiliğine gelir. Yanında silahı vardır. Amacı ses getirecek bir olaya imza atmaktır. Kendisini karşılayan Elçilik kâtiplerinden Ernst Von Rath’ı vurur. Yaralanan Von Rath birkaç gün sonra ölür. (İronik olacak ancak, Von Rath’ın Nazilere karşı olduğu ve bundan dolayı Gestapo’nun gözetimi altında tutulduğunu da bir tarafa not etmek gerekir.)
9 Kasım gecesi Hitler ve Göring ile diğerleri Münih’teki birahane darbesinin yıldönümünü kutladıktan sonra, Nazi Almanya’sında o güne dek yapılan katliamların en korkuncu başlar. Göbbels’e göre bu kıyım, Paris’teki Alman elçilik görevlisinin öldürülmesi ile başlayan, halkın ‘kendiliğinden’ giriştiği bir gösteriden ibarettir. Savaştan sonra ele geçen belgeler bunun hesaplanmış, SS destekli, Himmler’den alınan emirle hareket eden Reinhard Heydrich’in planladığı bir pogrom olduğunu kanıtlar. O geceden önce verdiği emirler ele geçen Alman belgeleri arasındadır:
a. Yalnızca Alman hayatı ve malı için tehlike olmayacak önlemler alınacaktır.
b. Yahudilerin işyerleri ve evleri tahrip edilebilir ancak yağmalanamaz.
c. Polis yapılacak gösterileri önlemeyecektir.
d. Başta zenginleri olmak üzere, mevcut hapishanelerin alabileceği kadar Yahudi tutuklanacaktır. Yakalandıklarında, hemen en yakın kampa, en hızlı şekilde konmaları için kamp komutanlıkları ile temasa geçilecektir. (William L. Shirer – Nazi İmparatorluğu 2. Cilt )
Ertesi gün, 11 Kasım’da Heydrich ilk gizli raporunu ilgili kişilere gönderir:
“Yahudilerin işyerlerinin ve evlerinin ne dereceye kadar tahrip edilmiş olduğunu söylemek için henüz çok erken. 815 dükkân ve 171 evin kundaklanmış olabileceğini düşünüyoruz. 119 sinagog ateşe verilmiş, bunun 79’u tamamen tahrip olmuştur. 20 bin Yahudi tutuklanmıştır. 36 ölüm olayı bildirilmiştir, 36 kişi de ağır yaralanmıştır. Öldürülenler ve yaralananların hepsi Yahudi’dir.”
O gece öldürülen Yahudilerin ilan edilen sayının birkaç katı olduğu, aksi emre karşın yağmalanan Yahudi dükkân ve evlerinin 7.500 civarında olduğu, kız kaçırma olaylarının rapor edildiği daha sonraları açığa çıkacaktır.
9 Kasım pogromu ile III. Reich’ın Yahudi dosyasının anafikri kendini açık etmişti. O zamana kadar işkence gören, öldürülen Yahudiler vardı. Boykota uğrayan, yağmalanan Yahudi dükkânları da vardı. Ancak Kristal Gece ile başlayan süreç devletin seferber olduğu bir olaylar zinciriydi. İşlenen cinayetler, yapılan yağmalar, tahrip edilen sinagoglar hükümetin eseriydi.
Elie Wiesel sormuştu, bir konuşmasında:
“Çok acemice Holokost olarak tanımladığımız dönem ne zaman başlar? 1938’de Kristal Gece ile mi? Yahudi mültecilerle dolu bir Alman gemisi, St. Louis, Amerikan kıyılarından Avrupa’ya geri gönderildiğinde mi? Yoksa Babi Yar’daki katliam mı başlatır Holokost diye adlandırdığımız o karanlık çağı?”