Sırtında taşıdığı onca yaptırım yüküne rağmen, Ortadoğu’da genişleyen bir etki alanı ile İran, hem Suudi Arabistan, hem de İsrail tarafından önemli bir tehdit olarak algılanmaya devam ediyor. Bu güvenlik endişesiyle bakış, ezeli düşman olan İsrail ve Suudi Arabistan’ı, (geçici) bir işbirliğine itmiş durumda.
Sırtında taşıdığı onca yaptırım yüküne rağmen, Ortadoğu’da genişleyen bir etki alanı ile İran, hem Suudi Arabistan, hem de İsrail tarafından önemli bir tehdit olarak algılanmaya devam ediyor. İşte farklı iki noktadan, aynı yöne, aynı güvenlik endişesiyle bakış, ezeli düşman iki ülkeyi, (geçici) bir işbirliğine itmiş durumda.
Normalleşmeye meyleden ilişkilerin başlangıcı
Aslında İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki buzlar, Kral Fahd’ın İsrail’in ‘var olma hakkı’nı reddetmeyi (right to exist) terkettiği 1982 yılından itibaren erimeye başlamıştı. Ancak ilişkilerin belli belirsiz ilerlemesi için, iki ülkenin bir on yıl daha beklemesi gerekmişti. 1991 yılı bu açıdan, Madrid Konferansı bünyesinde oluşturulan beş çalışma grubu ile her iki ülke heyetlerine de bir araya gelme fırsatı verdiği ve bölgesel sorunlara fikir üretme iradesi oluşturduğu için önemli bir konferans olmuştu.
2002 yılında Kral Abdullah girişimi olarak da bilinen Arap Barış Girişimi (Arab Peace Initiative - API), Suudi Arabistan’ın, İsrail-Filistin sorununa yapıcı çözüm üretmek ve İki Devletli Çözüme (Two State - Solution) yön vermek için, elini taşın altına koyduğu yapıcı bir yaklaşım olarak, Arap - İsrail yakınlaşmasına da zemin hazırladığı bir hamleydi.
İhsan-ı şahane olarak takdim edilse bile
API, adeta Kral tarafından İsrail’e bir ‘ihsan’ı şahane’ gibi takdim edilmişti. Yine de olumlu bir adımdı. Üstelik Arap dünyası, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini, belki ilk defa bu kadar somut öneri ve taleplere bağlamıştı. Evet, API, İsrail’e, bazı koşullar öne sürüyor, İsrail’in Filistin halkına vereceği tavizlerin, memnuniyetle karşılanacağı ve mükâfatsız bırakılmayacağını ifade ediyordu. Koşullar arasında, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi gibi cevap vermesi imkânsız olan bazı talepler de vardı. Fiilen çok zor olan toprak değiş-tokuşu ve mültecilerin geri dönmesi talepleri de. Ama diyalog başlamıştı bir kere.
Bu arada Kral Abdullah’ın başlattığı API yanı sıra, Suudi Arabistan da İsrail-Filistin barışına düşünsel sermaye koymaya söz verince, Körfez İşbirliği (Gulf Cooperation Council - GCC) ortakları olan Umman Sultanlığı ile Katar’dan da destek buldu. Kral Abdullah ile başlayan dialog, semeresini vermeye, İsrail ile zaten üstü örtülü, ama işlevsel bir işbirliği içinde bulunan Körfez ülkeleri kalkanlarını indirmeye başladı.
Ortak geleceğe ortak çıkar damgası
Katar ve Umman Sultanlığı, zaten uzun bir zamandan beri, sulama ve deniz suyu arıtma (desalinasyon) projelerinde İsrail teknolojilerine başvuruyor, çölde susuzluğa dayanıklı domates ve karpuz yetiştirme çabalarında, İsrail tohumlarını kullanıyorlardı. Ürdün - İsrail ortak projelerinin semeresini, Eliat - Akabe tesislerinde gördüklerinden dolayı bu yakınlaşma, onların ticari zihniyetlerine de uyuyordu. Artık aralarına Suudi Arabistan’ın da bir şekilde katılmasından tüm bölge, daha büyük faydalar elde edebilirdi. O halde ihsan-ı şahane olarak sunulan yakınlaşma, aslında barışa da hizmet edecek bir karşılıklı çıkar oydaşmasıydı.
2009 yılından beri Suudi Arabistan, İsrail’in genel olarak askeri gücünün, özel olarak da hava savunma sistemlerinin, İran tehdidine karşı ne ölçüde kendisini de korubileceğinin hesabını yapmaya başladı. Aynı zamanda İsrail nükleer gücünün İran’a üstün olup olmadığını değerlendirmekteydi. Bu arada, 2015 yılında Washington’da toplanan Dış İlişkiler Konseyi (Foreign Relations Council), bu açıdan İsrail ve Suudi Arabistan temsilcilerinin bir araya gelip, İran nükleer projelerinin ‘kötü’ emellerini değerlendirdikleri bir ortama dönüştü.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, şu anda koltuğu sallanan Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın da Suudi Arabistan’ın modernleştirilmesi gündeminde, İsrail ile ilişkileri normalleştirme, önemli bir yer tutmaktaydı. Hatta Veliah Prens, geçtiğimiz eylül ayında yaptığı açıklamalarda bile, Trump ve damadı Jared’in yüreğini yelpazeliyecek şekilde bu projeden söz etti.
Düşmanın düşmanı dost mudur?
Ama asıl İran’ın, Suriye, Irak ve Lübnan bağlantısı ile bölgede artan askeri etkinliği, İsrail ve Suudi Arabistan’ı birbirilerine yaklaştıran etken. Bununla birlikte, bu çok pragmatik “Düşmanımın düşmanı, benim dostumdur” mantığının birkaç sınırı var: Bunlardan en önemlisi, selefi İslam gölgesinin, giderek Veliaht Prens’in başının üzerinde, kara kara bulutlara dönüşmesi.
Ama elbette İsrail’de de Suudilerle artan ilişkilere karşı bazı tepkiler var. İsrail, Suudi Arabistan ile teknolojik ve ekonomik işbirliğini geliştirip, bundan nemalanmayı elbette istiyor. Sulama ve temiz su projeleri ile, Suudilerin Neom City (sürdürülebilir şehir) girişimine yapacakları bir hayli katkı da var. Ancak, Suudi Arabistan’ın 2030 yılına kadar inşa etmeyi planladığı 16 ayrı nükleer reaktörün, kendisi için hazırladığı güvenlik açmazına, İsrail’in ilerleyen yıllarda nasıl tepki vereceğini, doğrusu çok merak ediyorum. Bu ihtimalle, bu dostluğun her iki taraftaki caydırıcı etkenler nedeni ile, pek kalıcı olmadığı hissine kapılmaktan da kendimi alamıyorum.