Sarayburnu, tarihsel süreç içinde pek çok önemli hadiseye ev sahipliği yapmış bir mekân. Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşmanın somutlaşan sembollerinden biri olan Atatürk heykellerinden biri bilinçli bir tercih olarak 1926’da bu noktaya konulmuştu. Heykelin dikilmesinin en önemli gerekçelerinden biri Gazi Mustafa Kemal ve onun nezdinde yeni rejimin İstanbul’la arasında ciddi bir mesafe koymasıydı.
Sarayburnu, tarihsel süreç içinde pek çok önemli hadiseye ev sahipliği yapmış bir mekân. Bu hadiselerin büyük bir kısmı, genel olarak çağdaş ve ilerici hamleler olarak kabul ediliyor. Mesela Osmanlı İmparatorluğunda modernleşmenin nirengi noktalarından biri olarak kabul edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu ya da diğer bir deyişle Tanzimat Fermanı, buraya yakın bir noktada okunmuştu. I. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’u işgal eden İtilaf Devletlerine bağlı kuvvetlerin 6 Ekim 1923’te şehri terk edişini İstanbul halkı yine bu mevkiden izlemişti. Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşmanın somutlaşan sembollerinden biri olan Atatürk heykellerinden biri 1926’da yine bu noktaya konulmuştu. İki yıl sonra ise yine Türk devriminin en mühim safhalarından biri olan Yazı Devrimi ilk olarak buradaki parktan halka duyurulmuştu.
Sarayburnu’nu bu denli cazip kılan nedenlerin başında herhalde Topkapı Sarayı’na olan yakınlığı geliyor. Nitekim sarayına ilerleyen kısımlarında da görüleceği üzere ilk Atatürk heykelinin bu noktaya dikilmesi gayet bilinçli bir tercih. Benzeri bir iddiayı maziden köklü bir kopuş anlamına gelen Yazı Devrimi için de söylemek mümkün. Yine bu noktanın gerek Marmara Denizi ve gerekse de Boğaz’dan gelen gemilerce görülebilmesi, aynı şekilde buradan da İstanbul’un hemen her sahilinin gözlemlenebilmesi, bir diğer önemli gerekçe olsa gerek. Bu durumun da etkisiyle antik Bizantion kenti tam bu noktaya hâkim bir alanda kurulmuş. Doğu Roma’nın abidevi mabedi Ayasofya ve imparatorların sarayları da yine bu mevkie hâkim bir tepeyi işgal eder. Fatih Sultan Mehmet de bir cihan imparatorluğunu idare edeceği merkez ararken aynı tercihi yapmış. Kısacası neresinden bakarsanız bakın Sarayburnu, İstanbul’un en hâkim noktalarından birini teşkil ediyor.
Diğer yandan Cumhuriyet’in heykel sanatına ayrı bir önem verdiği de gerçek. Kanımca bunun iki nedeni var. Her şeyden önce resim ve heykel sanatı çağdaşlaşma projesinin bir ayağını teşkil diyordu. Batılılaşma hedefi çerçevesinde İslam inancında yüzyıllardır var olan tasvir yasağı, güzel sanatlar bağlamında Türk toplumunun geri kalma nedenlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Nitekim Atatürk, meşhur Bursa nutkunda heykelin gerekliliğine işaret ederek bu durumun nedenlerini şu şekilde açıklar: “Münevver ve dindar olan milletimiz, terakkinin esbabından biri olan heykeltıraşlığı azami derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi, ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle ilan edecektir.”
İkinci olarak gerek resim ve gerekse heykel, yeni rejimin benimsetmek istediği değerlerin halka aktarımında önemli roller oynayabilecek enstrümanlardı. Okuma yazma oranının çok düşük olduğu bir ülkede heykel, son derece somut çağrışımlar yapabilirdi. Nitekim Cumhuriyetin ikinci emisyon kağıt paralarına Atatürk’ün resminin basılmasını da bu bağlamda yorumlayabiliriz.
Öte yandan heykelin dikilmesinin en önemli gerekçelerinden biri de Gazi Mustafa Kemal ve onun nezdinde yeni rejimin İstanbul’la arasında ciddi bir mesafe koymasıdır. Yeni rejim 13 Ekim 1923’te kendi başkentini ilan etmiş ve İstanbul eski rejimin kalesi olarak görülür olmuştur. Ankara hükümetine göre saltanat ve hilafet yanlıları ile Batı işbirlikçilerinin doluştuğu bu şehir, ancak bir günah kalesiydi. İstanbul da ciddi kan kaybına uğramıştı. Şehrin nüfusu bir milyondan yedi yüz bine kadar inmiş, şehirdeki en mühim sermayedar unsurların içinde yer aldığı azınlıkların mühim bir kısmı şehri terk etmiş, bazı batılı işletmeler buradaki faaliyetlerini sonlandırmıştı. Hele de bürokrasinin Ankara’ya kayması, İstanbul için adeta yıkım demekti.
Nitekim 12 Eylül 1924’te yaşanan bir gelişme bu korkuların hiç de boş olmadığını gösterir düzeydeydi. Boğaz’a açılmak için özel yatıyla İstanbul’dan geçen Atatürk, şehre hiçbir şekilde uğramamış, kendisini karşılamaya gelen komiteyi de kabul etmemişti. Yaşanan bu krizin etkilerini en aza indirmek için şehrin idarecileri tarafından bir takım adımlar atıldı. Yahya Kemal’in önerisi ile Mustafa Kemal Paşa’ya Darülfünun tarafından fahri profesörlük payesi verildi. İstanbul şehremini tarafından kendisine fahri hemşerilik beratı takdim olundu. Heykelinin dikilmesi yönündeki girişimler de bu durumun bir parçası olarak görülebilir. Şimdi biraz da tarihsel değeri ve hatırası son derece önemli olan heykelden bahsedelim.
İstanbul’a dikilen ilk Atatürk heykeline bakıldığında her şeyden önce reisi-i cumhurun sivil bir kıyafet ile betimlendiği görülür. Hemen belirtelim ki tek parti döneminde dikilen 39 Atatürk anıtından sadece yedisi sivil kıyafetlidir. Sarayburnu’nda sivil bir Atatürk portesinin tercih edilmesi, genç Türkiye Cumhuriyetinin sivilleşme ve demokratikleşme eğilimine bir gönderme olarak okunabilir. Dahası Atatürk, bu betimlemede geleneksel giyim kuşam tarzının çok dışındadır. Takım elbiseli ve kravatlı olup adeta beklenen ideal vatandaş portresini çizer.
Heykelin kaidesinin mermerden, kendisinin ise bronzdan imal edilmesi, pekâlâ Türkiye Cumhuriyeti ile özdeşleşen Atatürk’ün şahsında güçlü ve parçalanamaz bir devlete gönderme olarak düşünülebilir. Nitekim 1950’lerde Ticani tarikatı tarafından Atatürk heykellerine karşı başlatılan saldırı eylemleri de bu anlamda rejime kaşı bir meydan okuma olarak görülebilir.
Heykelin bir ayağının Anadolu cihetine doğru bir adım önde olması ve Atatürk’ün yüzünün bu yöne bakması, Cumhuriyet’in değişen değerlerine kuvvetli bir göndermedir. Heykelde Atatürk’ün bir elinin sıkılmış bir yumruk, diğerinin ise belde olması yeni rejimin kararlılığının göstergesi gibidir.
Yine Atatürk’ün sırtını Osmanlı hükümdarlarının yaşadığı Topkapı Sarayına dönmesi de oldukça manidardır. Bu duruşta Atatürk’ün doğrudan bir dahlinden ziyade dönemin idarecilerinin bir tercihinin söz konusu olduğu anlaşılıyor. Nitekim heykelin yapımına dönemin İstanbul şehremini operatör Emin Erkul Bey ön ayak olacaktır. Emin Bey, 1960’larda heykelin buradan alınarak daha merkezi ve görünür bir yere taşınmak istenmesine bir yazı vesilesi ile karşı çıkar. Bu yazı da heykelin bölgeye özellikle konulduğuna ve bu durumun gerekçelerine göndermeler yapılır. Kanımca oldukça önemli olması ve bu açıklamalar olmadan Sarayburnu heykelinin ifade ettiği anlam anlaşılamayacağı için biraz uzun da olsa bu haberden bazı alıntılar yapmayı faydalı buluyorum.
EMİN ERKUL’UN KALEMİNDEN SARAYBURNU ATATÜRK HEYKELİ
Emin Erkul, yazıyı kaleme almasına gerekçe olarak birkaç gün kadar önce bazı gazetelerde Sarayburnu’ndaki Atatürk heykelinin Aksaray Meydanına nakledileceğine dair bazı haberlere tesadüf etmesini gösterir. Erkul, bu durumu hem heykelin bir meydan heykeli olmaması, hem de hâlihazırda bulunduğu mevkiinin rastgele seçilmemiş olması sebebiyle doğru bulmaz. Heykelin Sarayburnu’na konma gerekçesi Erkul’a göre, tamamıyla kendi fikrinin bir ürünüdür. Erkul, daha İstanbul belediye reisi olmadan evvel, 1908 yılında Budapeşte’de katıldığı 15 günlük bir cerrahi kongresinde tüm şehri gezme imkânı da bulur ve şehrin heykellerle donatıldığını görür. İlerleyen yıllarda Viyana, Hamburg, Berlin gibi şehirlerde de durumun aynı olduğunu gözlemler.
İstanbul’a belediye başkanı olduktan sonra Ankara’da Atatürk’ün masasına konuk olduğu bir gün heykellerini rekzetme şerefini belediyesine vermelerini rica eder. Atatürk’ün bu teklife olumlu yaklaşması üzerine de mahalin Sarayburnu olmasını teklif eder. Atatürk’ün “Bu işi mütehassıslarla ve arkadaşlarınla tedkik ve münakaşa etmelisin” demesi üzerine “Bizlerin bu hususta hayli tedkikatımız var. Bilhassa burasını ileri sürmekten maksadımız, arkaya düşen Topkapı Sarayı’dır” deyince Atatürk gülümsemiş ve “Pekâlâ” demiştir. Dolayısıyla Erkul’a göre heykelin vaziyeti itibariyle sırtını Topkapı Sarayına çevirmesi saltanatın tarihe karışmış olmasını sembolize etmektedir.
Olurun alınmasından sonra Emin Erkul ve arkadaşları uygun bir heykeltıraş aramaya başlamışlar, Viyana’ya yaptıkları bir gezi sonrasında Krippel’de karar kılmışlardı. Yeri gelmişken hemen belirteyim ki bu arayışın temel nedeni o günlerin anlayışında Atatürk’ün heykelini dökme işini üslenebilecek bir Türk heykeltıraşın olmadığı kanısıdır. Bu sebeple Heinrich Krippel, Pietro Canonica, Anton Hanak, Josef Thorak gibi heykeltıraşlar ilerleyen yıllarda ardı ardına ülkeye davet olunur. Nitekim bu tercihler bazı yazar ve sanatçıların da tepkisine sebebiyet verecektir. Ahmet Haşim Sarayburnu’ndaki Atatürk heykelini, milli ruhtan yoksun bulduğu için ‘bronz yığını’ olarak tanımlar. Kıymetli heykeltıraşlarımızdan Zühtü Müritoğlu da yıllar sonra yabancı heykeltıraşlara sipariş edilen Atatürk anıtlarına tepki olarak şunları söyleyecektir: “Ben size Türk şiirini ecnebi mi Türk mü yazmalıdır diye bir sual sorsam ne cevap verirsiniz? Türk harbini nasıl Türk askeri kazandı ise muhakkak ki Türk harsını da Türk sanatkârı yaratır. Mademki abideler harsımızı gösteren en büyük eserdir. Şu halde bunu bizler yaparız.”
Biz tekrar dönelim Emin Bey’in anlatımına... Krippel, Ankara’ya giderek Atatürk Orman Çiftliği köşkünde Atatürk’ün pozunu almış ve heykeli yapmak için Viyana’ya dönmüştür. Bu arada Emin Erkul da ‘Kadri’ adında bir taş ustasına kaideyi döktürür. 1926 sonlarında da sandukalara içinde heykel gelir. Fakat Emin Erkul, sıhhi sebeplerden dolayı görevi bıraktığı için heykel, Muhittin Üstündağ’ın reisliği zamanında açılacaktır.
KAYNAKÇA
Önder Kaya; Cumhuriyet’in Vitrin Şehri, İstanbul 2010
Kıvanç Osma; Cumhuriyet Dönemi Anıt Heykelleri (1923-1946), Ankara 2003
Emin Erkul Seyitoğlu; “Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli’nin Aksaray Meydanına Nakli düşüncesi Münasebetiyle”, Hürriyet, 21 Eylül 1960, s. 2
Aylin Tekiner; Atatürk Heykelleri, Kült, Estetik, Siyaset, İstanbul 2010